TR EN

Dil Seçin

Ara

Kâinat Ve İçindeki Varlıklar Niçin İnsana Hizmet Ediyorlar?

Kâinat Ve İçindeki Varlıklar Niçin İnsana Hizmet Ediyorlar?

Allah, bütün âlemleri insana göre ve insan için tanzim etmiş, bütün bitkileri ve hayvanları da onun hizmetine vermiş.

Onlar bu hizmetlerini kendi iradeleriyle yapmadıklarına göre geriye tek şık kalıyor: Allah, bütün âlemleri insana göre ve insan için tanzim etmiş, bütün bitkileri ve hayvanları da onun hizmetine vermiş. Bu ise ancak İlâhî bir ihsan ve ikram olabilir.

Bu gerçeği unutan yahut görmezlikten gelenlere Üstat Bediüzzaman Hazretleri şu cümlelerle çok müessir bir ders veriyor; onların akıllarını ve vicdanlarını harekete geçiriyor:

“...Şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalât-ı medeniyet, celb ile değil, galebe ile değil, cidâl ile değil; belki ona, onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.”

Bu hakikat dersini biraz tahlil etmeye çalışalım.

“Saltanat-ı insaniyet” denilince, öncelikle, insanın bu dünyada ulaştığı teknik üstünlükler hatıra gelse de, bu ifadeyi “insanın yeryüzüne halife olması ve her şeyin onun hizmetinde çalışması” şeklinde anlamak daha doğru olacaktır.

Güneş o muhteşem haliyle gözümüze hizmet etmekte, hava tabakası ciğerlerimizin emrinde çalışmakta, yer küresi bizi sürekli taşıyarak mevsimlerde gezdirmekte... Bu ve benzeri bütün hadiseler, insanın saltanatının ayrı birer yönüdürler. Öte yandan, koyunlar ona süt yapmakta, arılar bal üretmekte, meyve ağaçlarının her biri ayrı bir fabrika olarak çalışmakta...

Örnekler artırılabilir.

Üstat Hazretleri, önce bu saltanatın muhtemel sebeplerini nazara veriyor, daha sonra bunların geçersiz olduğuna dikkat çekerek söz konusu saltanatın ancak “İlâhî bir ihsan olduğu” hakikatini zihinlerde tespit ediyor.

Bu saltanatın muhtemel sebepleri üç maddede özetleniyor: Celb, galebe ve cidal.

O muhteşem Güneş’in ve Ay’ın, o heybetli dağların ve engin denizlerin bu küçük insana hizmet etmelerinde bu şıkların hiçbiri zaten düşünülemez. Onun için, konuyu hayvanlar ve bitkiler yönüyle ele alalım.

Bir insan diğer bir kişinin hizmetinde çalışıyorsa bunun üç sebebi olabilir. Birincisi, “celb”dir. Yâni o insan, ilmiyle yahut manevî feyziyle muhatabını kendine hayran etmiş, o da bu büyük zattan manen faydalanmak için ona talebe yahut mürit olmuş ve hizmetine girmiştir.

İkinci şık, “galebe”dir. Bir kişi, servetiyle yahut makamıyla diğerine üstünlük sağlamış, o da onun yanında memur olarak, yahut onun işyerinde ücretli eleman olarak çalışmaya başlamış ve böylece onun hizmetine girmiştir.

Üçüncü şık, “cidal”dir. Bir harp olmuş, o harpte esir alınan bir insan, galip devletin bir mensubunun yanına köle olarak verilmiş, böylece ona hizmet etmeye başlamıştır.

Şimdi şöyle bir düşünelim: Bu hayvanlar ve bitkiler bize niçin hizmet ediyorlar?

Bu soruya yukarıdaki şıkların hiçbiriyle cevap veremeyiz. Örnek olarak, atlar üzerinde konuşalım:

 Bu hayvanlar, insanın üstün yaratılışını düşünüp ona hayran olarak hizmetine girmiş değiller.

Yine bu hayvanlar, insana ilim yahut kuvvet yönünden mağlup olmuşlar da onun bu galebesinden dolayı ona hizmet ediyor değiller.

Keza, insanlarla atlar arasında bir harp olmuş da insanlar galip gelerek atları esir almış da değiller.

Bu üç şık da geçersiz olduğundan hakikat şu şekilde ortaya çıkıyor ve “beni kabule mecbursun” diyor:

“...Belki ona, onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.”

Eşyanın bize zaaf ve aczimizden dolayı hizmet ettirildiğinin en açık delili Yâsîn Sûresinde geçer.

“Görmediler mi ki, biz onlar için, ellerimizin (kudretimizin) eseri olan hayvanlar yarattık da onlar bu hayvanlara sahip oluyorlar. Biz, o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Onlardan bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler.” (Yâsîn Sûresi, 71-72)

Cenâb-ı Hak bu âyette, koyun, sığır, at gibi ehil hayvanları bizim için “zelil kıldığını,” bize boyun eğdirdiğini ve hizmetimize verdiğini beyan ediyor. Bir köyün bütün büyükbaş hayvanlarını bir çocuğun gütmesi, çayırlara götürüp, otlatıp akşamleyin yine köye getirmesi o çocuk için bir izzet tecellisidir. Ancak çocuğun bu izzeti, kendi güç ve kuvvetinden değil, o hayvanların zilletinden kaynaklanmakta, bunu da bizzat Cenâb-ı Hak icra etmektedir. Allah; Müzill (zillete düşüren) ve Muizz’dir (izzetli kılan). Hayvanları zelil, insanları aziz yapan ancak O’dur.

Bu cümlede, “teshir” hakikatinden hemen sonra “muavenet, ihsan, ilham ve ikram” hakikatlerine dikkat çekilir. İlham kelimesi, daha çok, “terakkiyat-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet” maddelerine bakıyor. Bunlar, başlangıçta, insanın çalışmasına, ilmî araştırmalar yapmasına dayanmakla birlikte, neticede birer ilham eseri olarak ortaya çıkıyorlar. Arıya bal yapmayı doğrudan ilham eden Cenâb-ı Hak, ilim ve irade ihsan ettiği insan nevinin teknik ve teknolojik harikaları keşfetmelerini de bir takım sebeplere bağlamıştır. O konuda gösterilen bütün gayretler ve yapılan bütün araştırmalar, sebeplere teşebbüs kabilindendir. Neticeleri ihsan eden Cenâb-ı Hak’tır. Zira, bütün hayırlar O’nun elindedir, O’nun iradesiyle ve ikramıyla tahakkuk ederler.

Allah, insan ruhunu ve onun hizmetine verdiği insan bedenini bu kâinatta gizli olan hikmet ve rahmet hazinelerini bulmak ve onlardan istifade etmek üzere planlamıştır. İnsan ruhuna, akıl, hafıza, hayal gibi nice manevî kuvveleri ve cihazları yerleştirmiş, insan bedenini de o ruha en uygun mahiyette yaratmıştır.

Yıllar önce okuduğum bir makalede insanın baş parmağının önemi hakkında geniş bilgiler veriliyor ve sonunda şu hükme varılıyordu:

“Baş parmağımız da diğerlerinin yanında olsaydı, bugünkü medeniyet harikaları meydana gelmezdi.”

Düşünen akla yazan el, sanatkâr ruha alet tutan el gerek. Baş parmağımız şimdiki yerinde olmasaydı, ne kalem tutabilirdik, ne de çekiç…