TR EN

Dil Seçin

Ara

Göklerin Ve Yerin Nuru

Göklerin Ve Yerin Nuru

“Allah, göklerin ve yerin nurudur.” (Nur Sûresi, 35)

Ayette geçen “nur” kelimesini bazı tefsir âlimleri “tenvir” yani nurlandırma şeklinde yorumlamışlardır. Allah; gözleri ışıkla nurlandırdığı gibi, kalpleri hidayetle nurlandırır.

Buna göre ayetin manası, “Allah, gökleri ve yeri aydınlatandır.” şeklinde olur.

“Tenvir” denilince öncelikle Kur’an-ı Kerîm ve onu tebliğ eden Allah Resulü (asm) akla gelir. Nitekim bir ayet-i kerimede Peygamberimiz hakkında şöyle buyrulur:

“Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb Sûresi, 45-46)

“Aydınlatıcı bir kandil” diye tercüme edilen kısmın aslı “siracen münira”dır, yani “nurlandıran bir sirac.”

Bu tefsir âlimlerinin görüşüne göre Cenâb-ı Hakk’a Nur denilmesi mecazî mânâdadır.

Diğer bir görüşe göre, vücud (varlık) nur; adem (yokluk) ise zulmettir ve hakiki nur ancak Allah’ın varlığıdır.

Vücud, nur; adem zulmet olduğuna göre, gökteki ve yerdeki bütün varlıklar, Hâlık ve Mucid isimlerinin nuruyla, yokluktan kurtulup varlığa kavuşmakla “Allah, göklerin ve yerin nurudur.” ayetini terennüm ederler. Yani, “Gökleri ve yeri yaratmakla onları varlık nuruna kavuşturan ancak Allah’tır.”

Bütün mahlukattaki vücud nuru, Allah’ın varlık nuruna nispeten çok zayıf bir gölgedir. Bu husus Nur Külliyatından On Altıncı Söz’de şöyle dile getirilir:

“...Maddeden mücerred ve muallâ; ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra ve şu umum envar ve bütün nuraniyyat Onun envar-ı kudsiye-i Esmâsının bir kesif zılali...”

Allah, maddeden mücerrettir. Madde âlemindeki bütün ışıklar ve nurlar İlâhî isimlerin nuraniyeti karşısında kesif birer zılal, yani birer koyu gölge gibi kalırlar. Bu hakikat, nuranî âlemler için de aynen geçerlidir. Yani, güneşin ışığı gibi, meleklerin nuraniyeti de o esmâ ve sıfatın nuraniyeti yanında öyle zayıf ve sönük düşerler.

Allah’ın varlığı vâcibdir. Yani varlığı zatındandır, ezelî ve ebedîdir; olmaması muhaldir. Diğer varlıklar ise Allah’ın yaratmasıyla var olmuşlardır; başlangıçları ve sonları vardır, varlıkları “mümkin” grubuna girer; olup olmamaları eşittir, bir tercih edene bağlıdır.

Vacib vücuda nispeten, mümkin vücudlar gölge hükmündedirler.

“O’nun misli gibi bir şey yoktur.” (Şûrâ, 11) ayeti, bu gölge varlıklardan hiçbirinin o vacib varlığın misli olamayacağını ders verir.

Allah’ın zatı mahlukata benzemediği gibi, sıfatları da mahluk sıfatlarına benzemez. Keza, bir ismi Nur olan o Vacibü’l-Vücud, hiçbir nuranî varlığa da benzemez.

Cevşen-i Kebir’in bir bölümünde Allah Resulü (asm), Cenab-ı Hakk’a, niyaz makamında şöyle hitap eder:

“Ey nurların nuru! ... Ey nurları yaratan! ... Ey bütün nurlardan önce var olan nur! ... Ey eşi ve benzeri olmayan nur!”

Peygamber Efendimiz (asm) bu münacâtında Cenab-ı Hakk’a, doğrudan, “Nur” diye hitap etmiş, bütün nurları da O’nun yarattığını ve O’nun bütün nurlardan önce var olup eşi ve benzeri olmadığını beyan etmiştir.

***

Cenab-ı Hakk’ın bir ismi Nur’dur ve bütün esmâsı da nuranîdirler.

Nurun zıddı zulmettir. Zulmet denilince aklımıza, hemen, gecenin karanlığı gelir. Onu ortadan kaldıran nur ise güneşin ışığıdır. Şu var ki, gece karanlığı bizim duyu organlarımıza hitap eden bir zulmettir. Duygularımızın sınırına girmeyen öyle karanlıklar vardır ki, geceyi çok gerilerde bırakırlar.

Bu karanlıkların yanında, güneş ışığıyla kıyas edilemeyecek kadar yüksek nurlar da vardır.

Akıl da bir nurdur. Işık, maddî eşyayı görmemize yardım ederken; akıl, eşyanın mahiyetini, özelliklerini, görevlerini, faydalarını görmemizi sağlar.

Akıl, gözden ne kadar üstünse, onun nuru da göz nurundan o kadar ileridir.

Akıl nurunu çok gerilerde bırakan bir başka nur daha var: İman nuru.

İnsan, akıl yardımıyla varlık âlemini tanır ve bilirken, iman nuruyla o eşyanın yaratıcısını tanır, sıfatlarının sonsuz ve mutlak olduğunu bilir, bu varlık âlemindeki her şeyin O’nun isimlerinin tecellileriyle ortaya çıktığına inanır. Ve o nur ile Allah’ın razı olduğu bir kul olmanın yollarını görür.

Bir insan, iman ve hidayet nurları sayesinde küfür ve dalâlet karanlıklarından kurtulur. Bu kurtuluşla onun kalbinde ve ruhunda Mü’min ve Hâdi isimlerinin nurları parlar. O mümin, imanın nuruyla kabir âlemini, mahşeri, mizanı, sıratı, cenneti görür. Kendisinin Allah’ın bir kulu olduğunu bilmekle, öncelikle kendi varlığında tecelli eden bütün İlâhî isimleri tefekkür etme nimetine kavuşur. Sonra, nefsinden haricî âleme intikal ederek bütün eşyada tecelli eden esmâ ve sıfatlara marifet kesbeder. Böylece her biri, bir yahut daha çok esmânın tecellisiyle var edilmiş bulunan bu eşyayı, Allah namına temaşa ve tefekkür etmekle, Nur isminin o büyük aynası olan imanı daha da parlar. Varlık âlemindeki hikmet cilvelerini hayretle düşündüğünde de onun kalbi ve ruhu Alîm ve Hakîm isimlerinin tecellileriyle nurlandırır.

Bütün nurlar ve nuranîler hep Nur isminin tecellileridir. Güneş, Allah’ın nur isminin koyu bir gölgesi olduğu gibi, canlı-cansız, ışıklı-ışıksız bütün varlıklar da O’nun isim ve sıfatlarının tecellileridirler. Bu isim ve sıfatların hepsi nuranîdirler.

Vücud nur, adem zulmet olduğu gibi; hayat nur, cansızlık ise zulmettir. Canlı varlıklarda “vücud” nuruyla birlikte “hayat” nuru da kendini gösterir. Ayet-i kerimeye bu nazarla baktığımızda “Muhyi (hayat verici) ismini tecelli ettirmekle, bütün canlıları hayat nuruna kavuşturan ancak Allah’tır.” mânasını da anlarız.

***

Fizik âlimleri, maddenin aslının enerji olduğunu söylüyorlar ve “Madde, enerjinin kesifleşmiş, yoğunlaşmış halidir.” diyorlar. Enerji ise Allah’ın kudret sıfatının bir tecellisinden ibarettir. Kudret sıfatı nuranî olduğuna göre, maddenin aslının da nura dayandığı söylenebilir.

“Hakiki hakaik-i eşya esmâ-i İlahiyedir.” hükmü, bütün varlıklar için geçerlidir ve madde âlemindeki eşyanın hakikatlerinin de nuranî olan esmâ-i İlâhiyyeye dayandığını ifade eder.