TR EN

Dil Seçin

Ara

Feminizm Ve Batı'nın Evliliğe Bakışı

Feminizm Ve Batı'nın Evliliğe Bakışı

Evliliğin gerçekleşmesi, suyun oluşumuna benzer. Nasıl ki suyun oluşabilmesi için, hidrojenle oksijenin birbirlerini tamamlaması ve tek molekül olması gerekirse, evlilik için de kadın ile erkek bazı özgürlüklerinden fedakârlık yaparak, yeni bir özgürlük modeliyle hareket etmeleri gerekir. Bir insan, “hem özgür olup istediğim gibi yaşayacağım, hem de evli olacağım” diyemez, bu şekilde bir evlilik mümkün değildir.

Kadınların yüzyıllar sonra toplumsal statü olarak ön plana geçmeleri, erkekleri rahatsız etmiş ve onların evliliğe soğuk bakmalarına sebep olmuştur. Asırların verdiği tecrübeyle, erkeğin evliliğe bakışıyla kadınınki incelenmeli ve yeniden değerlendirmelidir.

Feminizm, kadını erkek gibi olmaya iterken, kadının cinsel kimliğine zarar vermektedir. Kadın, kadınlık özelliklerini ve farklılıklarını güçlendirdiği zaman kadındır. Psikolojik olarak iki cins birbirinden üstün değil, farklıdır. Bu farklılık, hukuki değer açısından da önemlidir. Kadın duygusal özellikler, estetik ve koruma içgüdüsü bakımından ileriyken; erkek, dış ortamla savaşma, avcı özellikleri itibariyle öndedir; böylece taraflar birbirlerini tamamlar. Kişilerin baskın olan bu yönlerini törpülemek evliliğe zarar verir. Kadının ev hanımlığı rolü küçümsendiği zaman bu rolden uzaklaşır. Halbuki ev hanımlığı ağır bir işçilik, zor bir hizmettir. Üretiminin meyveleri ancak seneler sonra, iyi çocuk yetiştirme şeklinde kendini gösterir. Fakat yaptığı işin sonuçları hemen görülmediği için karşılığı yok gibi düşünülür. Erkeğin işinin neticeleri ise maaş, ücret ya da kâr gibi somut bir şekilde geri döndüğünden önemsenir ve göze çarpar.

 

Daha üstün ve değerli olan kim?

Bu konuyu inançlı insanlarda çözmek daha kolaydır. Meselâ Yaratıcı, insanı yaratırken, kadınla erkeği eşdeğer mi, yoksa farklı mı yarattı? Bu iyi bilinmelidir. Yaratıcı katında değer sıralaması neye göredir? Kadın mı öncedir, erkek mi? Zenciler mi, beyazlar mı? Fakirler mi, zenginler mi? Yaratıcı ile olan ilişkide insanın kıymeti, zengin, fakir, beyaz, siyah ya da kadın, erkek oluşu değildir. Burada ölçü, kişinin Yaratıcı ile doğru ve yakın ilişki kurup kurmamasıyla—dini terminolojiyle—takvasıyla ilgilidir; takvası yüksek olan, Yaratıcı katında daha değerlidir. Yâni kadın ya da erkek, Yaratıcı açısından eşdeğerdir. Her iki cinsin de birbirlerine karşı artıları ve eksileri vardır. Birbirlerini tamamlamak için, yaratılmışlardır.

Eğer bu düşünceyle hareket edilirse, çiftler ‘özgürleşme’ adına evliliklerini kurban etmemiş olurlar. Yoksa cinslerden birinin izole edildiği bir dünyada mutlu olmak mümkün değildir. Başka bir deyişle, tek başına yaşayan bir kadının ya da erkeğin dünyası mutlu bir dünya değildir.

Bety Freadman’ın dediği gibi; “Bir adamla ya da kadınla güzel ve sadakate dayalı bir ilişki, ancak birbirini tamamlama ve birbiriyle varolma bilinciyle yaşanabilir.” Feminizmi, insanlığa kazandırdığı bazı değerleri koruyarak, ama kaybettirdiklerini de bilerek; ve buna geçmişteki kültür ve inanç birikimimizi de katarak yeniden tanımladığımız zaman, kadın-erkek mutluluğunu ve evlilik kavramını oturması gereken mecraya yerleştirmek mümkün olacaktır.

1960’ta kadınları erkeklere karşı silahlanmaya çağıran bir kitabın sahibi olan Amerikalı feminist yazar Bety Freadman, şu anda Manhattan’da tek başına yaşamaktadır. Yetmişinci yaşından sonra söylediği şu cümle ne kadar anlamlıdır:

“Bir erkekle, güven ve sadakate dayalı bir ilişki içinde olmak beni ne kadar mutlu ederdi.”

 

Batı toplumlarının evliliğe bakışı

Batı’da evliliği birliktelik şeklinde yaşayan, otuz beş yaşına geldikten sonra evlenen, ‘uyuşamıyoruz’ diyerek sürekli eş değiştiren, evlense de bu biçimde evlenen çiftler vardır. Bu sebeple nüfus Batı ülkelerinde ciddi biçimde gerilemektedir. Neredeyse hiçbir kuralın olmadığı bu düzensiz yaşama şekli özgürlük gibi algılanmaktadır. Halbuki bu evliliğin anlamına zıt bir durumdur. Çünkü evlilik kurumunun da tıpkı futbol oyunu gibi kuralları vardır. Bir insan, “hem evli, hem de özgür olacağım” diyemez. Meselâ, şu anda Amerika’da eğlence kültürüne dayalı bir sistem hâkimdir. Bütün hafta çalıştıktan sonra ‘weekend’ dedikleri hafta sonunu eğlenceyle geçirirler Amerikalılar. Bu eğlence yaşamlarının amacı gibidir. Pazartesi geldiğinde de, hafta sonunu konuşarak vakit harcarlar. Kapitalist sistemin sunduğu hedonizm, zevk peşinde koşma prensibi, insanlığı buna teşvik etmiştir.

Bu durum insanlık tarihinde ilk değildir. Roma’nın yıkılışında da zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlük dönemleri görülmüş, kaynaklar tükenmeye başlamış ve sonunda üreten değil, tüketen bir toplum oluşarak sistem çökmüştür. Tarihte Moğollar da buna örnek olarak gösterilebilir. Osmanlı’da da çöküş, saray ve toplumun lüks ve eğlence içine girmesiyle başlamıştır. Kısacası sistemlerin çöküşünde eğlence odaklı yaşamın büyük rolü vardır.

Şu anda Amerika’nın yaşadığı vaka da bundan farklı değildir. Ekonomi tüketime yetmemekte, bir Amerikalı beş dünya vatandaşı kadar kaynak harcamaktadır. Dünya nüfusunun %5’i Amerika’da yaşamakta, fakat bu insanlar dünya kaynaklarının %25’ini tüketmektedir. Bu durum, kanserli bir dokunun bencilce büyüdükten sonra vücudu öldürmesine benzer. Ancak Amerikalı aydınlar bu durumu fark etmiş, gereken tedbirlerin alınması için ciddi ve yoğun bir çaba göstermeye başlamıştır. Büyük ihtimalle çöküşe gitmeden bu yanlış yoldan geri döneceklerdir. Dünyada yaşanacak keyiflerin sadece eğlenceden ibaret olmadığı, hayatta soyut zevklerin de bulunduğu gerçeği son yıllarda sıkça ifade edilmektedir. Evliliğin cinsel hazların dışında fonksiyonları olduğu, karı kocanın birbirine eşlik etmeleri ve hayat arkadaşlıklarının farkında olmaları gerektiği söylenmektedir. Aile araştırmaları yapılmakta, aileler bu konuda sürekli bilgilendirilmektedir.