TR EN

Dil Seçin

Ara

Batı’nın Kazanımları, Dünyanın Felaketleri!

Batı’nın Kazanımları, Dünyanın Felaketleri!

“Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket, başına ne geldiğini bilememesidir. Daha da kötüsü, bilemediğini de bilememesidir. En kötüsü, celladına âşık olması, zihnen köleleşmesidir.” — Yusuf Kaplan

“Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket, 

başına ne geldiğini bilememesidir. 

Daha da kötüsü, bilemediğini de bilememesidir. 

En kötüsü, celladına âşık olması, zihnen köleleşmesidir.”

— Yusuf Kaplan

 

1789 Büyük Fransız İhtilali’nden bugüne, başta Fransa olmak üzere bütün dünya topyekûn bir sekülerleşme süreci yaşadı. Dinden, imandan, inançtan, maneviyattan, ahlaktan, etikten arınma süreci…

Bu sürecin öylesine katı kuralları vardı ki, manevi anlamda en küçük bir çağrışıma dahi tahammülü yoktu. Neden? Çünkü din, kalkınmanın, gelişmenin, ilerlemenin önündeki en büyük engel olarak görülüyordu. 

Fakat kime göre? Neye göre?..

Gerçek kalkınma, gerçek ilerleme, gerçek gelişme hangi alanlarda olur?

Medeniyet nerede, hangi alanlarda aranmalı? Maddi alanda mı, manevi-insani-ahlaki alanda mı?

Geçmişte mi daha medeniydik, şimdi mi daha medeniyiz?

İşte bu tartışmalar yapılamadı…

Dünya çok büyük bir sekülerleşme/dinden arınma sürecine girmişti bir kere… Hayatın bütün alanlarından din arındırıldı. Bilimden, teknolojiden, endüstriden, sanattan, kültürden, dilden, edebiyattan, eğitimden, ekonomiden din arındırıldı.

Sonuç?

Elbette belli sonuçlara ulaşıldı. Ve seküler gören, seküler düşünen bir insan ve seküler işleyen bir uygarlık çıktı ortaya…

Seküler gören, seküler düşünen… Gönül gözü ile görmeyen, kalp gözü ile görmeyen… İman gözüyle görmeyen, iman kulağıyla duymayan bir insan, bir uygarlık çıktı ortaya.

Dünyaya, insanlara yaptıklarını düşününce, sormadan geçilmiyor, bu nasıl bir uygarlık acaba?

Bu arada dünyamızda pek çok felaketler, savaşlar, musibetler, hastalıklar yaşandı.

Bütün bunları doğru olarak analiz edebildik mi? Yorumlayabildik mi? Değerlendirebildik mi?

Hayır.

Neden?

Seküler zihinle, her şeye parçalı bakıyorduk. Tüm yönleriyle, kuşatıcı bir gözle bakmıyorduk olaylara. Olayların manevi arka planındaki manevi sebeplerini hiç görmüyorduk. Belki de görmek istemiyorduk.

Oysa insanın geri planında kalbi, ruhu; bir kelimenin geri planında anlamı olduğu gibi, olayların da manevi bir arka planı, bir anlamı vardı. Bu ise gönül gözüyle, iman gözüyle, kalp kulağıyla görülüp duyulabilirdi ancak. Ya da olayların manevi arka planı, akıl ve kalp birlikteliğiyle değerlendirilebilirdi sadece.

Tek boyutlu, yalnızca dünya hayatını, sadece maddeyi nazara alarak, olan biteni ne kadar anlayabilir, ne kadar görebilir ki insan? Eline ne geçer ki?..

Bu soruyu şöyle cevaplayabiliriz:

Tanrıtanımaz, insana, hakikate, tabiata, Yaratıcıya saldıran, ekolojik dengeleri bile bozan bir uygarlık…

İnsan insanın kurdudur diyen, vahşi rekabet meraklısı, altta kalanın canı çıksın diyen bir insan.

Özgürlük, demokrasi, insan hakları söylemini kendine maske yapan bir uygarlık… Dışı süs, içi pis bir uygarlık…

Futbolu, müziği, parayı, kariyeri, kendini, başarıyı ilahlaştıran bir insan…

Herkesten, her şeyden şüphe eden, hileci bir insan…

Manevi değerleri olmayan, neye nasıl inanacağını bilemeyen bir insan…

Fallara, yıldızlara, cinlere, ideolojilere inanan bir insan…

Boşlukta yaşayan, boşlukta düşünen, boşlukta hayal eden bir insan…

Sen çalış, ben yiyeyim diyen bir insan…

Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne, diyen bir insan…

İnsana yabancı, kendine yabancı, dünyaya yabancı… Hayata yabancı, içinde yaşadığı topluma yabancı, kainata yabancı, manevi değerlere yabancı… Yaratıcısına yabancı bir insan…

Seküler bilime dost, maneviyata düşman bir insan…

Sebepleri, tabiatı, doğayı, seküler bilimi, kendi kendine olma düşüncesini ilahlaştıran bir insan.

Herkesi ve her şeyi kendine rakip olarak gören, hayat acımasız bir mücadeledir diyen bir insan…

Karşılıksız iyilik yapmayan bir insan…

Ormanı, yeşili, bitkileri, ekolojiyi, florayı, faunayı tahrip eden… Kendini beton metropollere hapseden bir insan…

Merhameti, şefkati, muhabbeti tanımayan, bilmeyen bir insan…

Kâinattaki şiir gibi matematiği, geometriyi, mimariyi, dizilişleri, fiziği, kimyayı gören… Bütün bunları yaratan ve yapan Allah’ı görmeyen, görmek istemeyen bir insan…

Maddi ihtiyaçlarını gören, manevi ihtiyaçlarını görmeyen bir insan…

Uzak geçmişle, uzak gelecekle, ölümle, kabirle, ahiretle ilgilenmeyen bir insan…

Ben kimim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum, bu dünyada ne arıyorum, niçin yaşıyorum, hayatın anlamı ne, bu hayata hangi anlamı katıyorum, yaratan kim, yaşatan kim, sorularıyla ilgilenmeyen bir insan…

Yıllar geçtikçe artan sermaye ve paraya rağmen artan fakirlik…

Yıllar geçtikçe artan bilgiye-veriye-enformasyona-dataya rağmen artan cehalet…

Birbirini takip edip giden ekonomik-sosyal buhranlar, krizler, bunalımlar… Dünyayı kuşatan kan, barut, ateş ve gözyaşı…

Haram para, silah, reklam, faiz, kan üzerine kurulu, bütün dünyaya musallat olan seküler bir uygarlık: Vahşi Batı Uygarlığı…

Katledilen ırklar, mahvedilen toplumlar… Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları… Dünya savaşları…

Kendi vatanlarında katledilen Müslümanlar; Bosna-Hersek Müslümanları, Suriyeli Müslümanlar, Iraklı Müslümanlar, Azerbaycan Türkleri, Doğu Türkistan Türkleri…

Ne dersiniz?

Batının kazanımları, dünyanın felaketleri anlamına mı geliyor acaba?