TR EN

Dil Seçin

Ara

Mutluluk Hakkındaki Gerçekler

Mutluluk Hakkındaki Gerçekler

Mutluluk bizim hayat boyu peşinden koşmamız gereken bir şey mi?

Son zamanlarda kitapçı raflarında bir çok kişisel gelişim kitabı görüyoruz. Ben bu kişisel gelişim kitaplarının insanlara yarardan çok zarar getirdiğini düşünüyorum. Çünkü bu kişisel gelişim kitapları tamamen Amerikan etosuna göre, Amerikan bireyci zihniyetine göre şekillenmiş, orada yazılmış, pişirilmiş ve önümüze servis edilen kitaplar.

Türkiye’deki taklitçileri de, oralardan bazı şeyleri alıyorlar. Bunlar bize bireyin ne pahasına olursa olsun önündeki insanları ezip geçmesini, önünde engel tanımamasını, kimseyle uyum içinde yaşamak zorunda olmadığını, önemli olanın kendi içimizdeki şeyi gerçekleştirmek olduğunu üstüne basa basa söylüyorlar. Ayrıca mutluluğu mutlaka arayıp durmamız gerektiğini söylüyorlar.

Acaba böyle mi? Acaba mutluluk bizim hayat boyu peşinden koşmamız gereken bir şey mi? Yoksa bir tanımda söylendiği gibi o bir kelebek mi? Diyor ki o tanım: “Mutluluk bir kelebektir, siz onu kovalarsanız kaçar ama siz kendi işinizi gücünüzü keyifle yapmaya başladığınızda umulur ki, bir gün gelir omuzlarınıza konuverir.”

Kovaladığımız zaman mutsuz oluyoruz. Hırslarımızı, çıtamızı yükseğe koyduğumuz zaman mutsuz oluyoruz. Dolayısıyla mutluluğu kovalamaktan vazgeçmemiz lazım. Mutsuz olduğumuz konusunda aşırı bir ısrarda bulunmamamız lazım. Modern hayattaki en temel hatalardan bir tanesini ifade eden bir laf vardır, “Benim olmadığım yer cennettir.” veya “Benim olmadığım yerde kırlar yemyeşildir.” Böylece, hepimiz başka bir hayatın, başka bir dünyanın mümkün olduğunu ve onun da başka bir yerde olduğunu düşünüyoruz.

Büyük mütefekkirimiz Cemil Meriç, Jurnal’de yani günlüklerinde anlatıyor. Bir gün bir grup öğrencisi geliyor ve “Bu ülke yaşanmaz, bu ülke şöyle kötü, bu ülke böyle kötü, biz Fransa’ya gideceğiz, Fransa’da okuyacağız, Fransa’da çalışacağız.” gibi ifadelerde bulunuyorlar. Üstat diyor ki, “Nereye giderseniz gidin, bulacağınız aydınlık zihninizin aydınlığı kadardır.” O halde insan, kendi zihninin aydınlığı kadar aydındır. İstediğiniz sahile gidin, istediğiniz şehre gidin bu anlamda bir değişiklik ortaya çıkmaz. Dolayısıyla, sürekli ayrı bir yer arayışı beyhude bir uğraştır.

Dün genç bir meslektaşımla konuşuyorduk. “Pi’nin Hayatı” diye bir sinema filmi var. Çok enteresan bir film. Güzel ve simgesel anlatımları olan bir film. İşte o filmden etkilenmiş, diyor ki, “Hindistan’a gitmek lazım.” “Ben doğruyu bulmak için oraya kadar gitmeye razıyım.” diyor. Ben de cevaben, “Ben gittim.” dedim ve Hindistan’da göreceklerini anlattım ona: “Bir sürü fakir adam, sokaklarda yatıp kalkan adam, bir sürü cüzzam yüzünden burnu, elleri törpülenmiş insanlar, sokakta büyük bir pislik ve bir sürü sıkıntılı manzarayla karşılaşacaksın. Aradığın hakikat Hindistan’da değil. Yani oranın sokaklarında dolaşarak hakikati bulamazsın, mutluluğa götüren yolu bulamazsın.” dedim. Ama hepimiz, sanki bir yere gidersek bir şey bulacakmışız gibi, bir yanılsama içinde yaşayabiliyoruz.

Karamsar felsefeler de, bazen hayatımızda çok galip geliyor ve o karamsar felsefeler yüzünden de hayatımızı kendimize zehir ediyoruz.

İnsanlar ne kadar mutlu olduklarını düşündüklerinde kendilerini diğer insanlarla ya da “kendi ideal benleriyle” kıyaslıyorlar. Sosyal Mukayese Kuramı bize şunu söylüyor; biz insanlar olarak hep piramidin daha tepesindeki insanlara bakıyoruz. Piramidin bir yerinde yani eğimin bir yerinde hepimiz varız. Fakat nedense bizden daha dezavantajlı, bizden daha sıkıntılı, bizden daha mutsuz insanları görmüyoruz. Aşağı bakmıyoruz, yukarı bakmamız lazım diye düşünüyoruz. Yukarıda bizi geçmiş olanlar, bizden daha ileride görünen insanları geçmemiz lazım ki mutlu olalım, diye düşünüyoruz. O yüzden, bu sosyal mukayese yüzünden, ister istemez yaptığımız bu davranış yüzünden, kendimizi mutsuzluğa mahkûm edebiliyoruz. Bir mahalle düşünün, kimsenin arabası yok, size birisi serçe araba hediye ediyor. Çok mutlu oluyorsunuz. Bir mahalle düşünün, herkesin Ferrari’si var, Serçe araba size sadece mutsuzluk veriyor. İşte insan hep daha yukarıda olanla kendisini mukayese ettiği zaman bir anlamda mutsuzluğa yazgılı oluyor. Biraz sahip olduklarımıza kıymet vermeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Tam anlamıyla her zaman mutlu olmak mümkün değildir. Bazen gazeteciler röportaj için geldiklerinde “Siz mutlu musunuz?” diye soruyorlar. Ne cevap vermem lazım? Herkes psikiyatristlere, sanki Nirvana’ya ermiş, kendi meselelerini halletmiş insanlar gözüyle bakıyor. Aslında hepimiz günlük hayatın içinde bir sürü dertleri olan insanlarız.

Irvin D. Yalom adında mesleğimizin pirlerinden bir zat var, kitapları Türkçe’ye çok çevrildi. O diyor ki; “Psikoterapi, biri diğerinden daha dertli iki insanın buluşmasıdır.” Bazen bize gelen insanın derdi bizden fazladır. Bazen bizim derdimiz ondan da fazla olabilir. O yüzden hiç birimiz, Nirvana’ya ermiş insanlar değiliz. Fenafillah makamına ermiş insanlar değiliz. Ben diyorum ki, bazen mutluyum, bazen mutlu değilim. Yani, her zaman mutlu olmak zorunda da değilim. Ben de insanım ve mutsuz olabilirim. Mutsuz olmaya hakkım var. Bazı şeyler beni de kurcalıyor olabilir. Böyle bir hedef; hep ağzımız kulaklarımızda hep bir gülücükler halinde hayatı yaşamak mecburiyetimiz yok. Bunu böyle bilelim, hedeflerimizi biraz daha mütevazı olarak belirleyelim.

Adaptasyon dediğimiz bir mekanizma var. İstanbulluların klasik lafıdır; Boğaz’ın kenarında bir evde otursak ne kadar güzel olurdu. Ben Boğaz’ın kenarında oturan birkaç kişiyle görüştüm. Birisi dedi ki; “Neredeyse bir aydır, pencereden boğazı seyretmedim. Bakmıyorum.” Çünkü, insan sahip olduğu maddi değerlere, bir süre sonra alışıyor. O maddi değerleri, alışkanlık, adaptasyon dediğimiz, uyum sağlama dediğimiz mekanizmanın işleyişi ile çantada keklik olarak görüyoruz. Bu elimizde var. Başka şeylerin peşinde koşalım. Bu insanın maddi olan değerlere çok çabuk alışması da, hep bir koşu, yukarıya doğru bir koşu, daha büyük araba, daha büyük ev yolunda bizleri kamçılayabiliyor…

İşte bunlar mutluluk hakkında unutulmaması gereken gerçekler.