TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Yaprak Seni Allah'a Götürür

Bir Yaprak Seni Allah'a Götürür

Görseniz, inanın siz de şaşarsınız... Rengine, desenine vurulduğum yapraklar var... Öyleleri karşıma çıkıyor ki, beni cezbediyor; dayanamıyorum... Onların yerde kalmasına gönlüm bir türlü razı olmuyor... Hemen alıp kütüphanemdeki eski kitaplardan ve sırtı kalınca olanlardan birinin sayfalarının arasına usulca koyuyorum... Bir zaman sonra da onları tekrar elime alıp hayretle inceliyorum...

 

Görseniz, inanın siz de şaşarsınız...

Rengine, desenine vurulduğum yapraklar var...

Öyleleri karşıma çıkıyor ki, beni cezbediyor; dayanamıyorum...

Onların yerde kalmasına gönlüm bir türlü razı olmuyor...

Hemen alıp kütüphanemdeki eski kitaplardan ve sırtı kalınca olanlardan birinin sayfalarının arasına usulca koyuyorum...

Bir zaman sonra da onları tekrar elime alıp hayretle inceliyorum...

Her defasında hayran kalıyorum üzerindeki sanata...

Rabbimin kader kalemiyle yazdığı satırlara...

Onları dakikalarca ve dakikalarca; ibretle ve hikmetle temaşa ediyorum...

Bir nakışta, bin nakşı nakşeden kudret, kendini her vesileyle ve her bir eseriyle tanıtıyor, gözlere gösteriyor...

Bir tablodaki resmin ressamını arayıp soranlar... Ve onun hakkında saatlerce kafa yoranlar... Niye bunlara bigâne kalıyorlar?

Bu gerçek tabloların ressamını niye merak etmezler acaba?

Baksalar bulacaklar aradıklarını...

Bir yaprak götürecek onları Allah’a...

Bir kar tanesi...

Bir su damlası...

Hele şu mevsimde bir nar tanesi...

Götürecek onları belki de Hakk’a ve Allah’a...

Bu kadar yakınken Onu bulmak...

Bu kadar kolayken Onu tanımak...

Niye uzaklardadır hâlâ bu insan, niye?

Anlamak zor…

Kendi işini, kendi zorlaştırıyor insan...

Belli ki inanmak da bir nasip işiymiş...

Diyelim ve geçelim şimdilik…

...

Yine bir gün elime aldığım o yapraklardan biri, sanki benimle konuşmak ister gibiydi…

Yüzüne baktım; “Söylemek istediğin bir şey mi var?” dedim...

“Evet” dedi ve bana hiç ama hiç unutamayacağım bir öykü anlattı...

Ben de sizlerle paylaşmalıyım bunu...

Hoşunuza giderse siz de dostlarınızla paylaşırsınız...

Kim bilir, belli mi olur?

Ama önce bir dinleyin bakalım benim bir yapraktan dinlediğim bu öyküyü...

...

Kırk yıl susmuş...

Hiç ama hiç konuşmamış ağaçla toprak...

Günün birinde ağaç, dayanamayıp sormuş artık dibindeki toprağa:

“Bunca yıl beraberiz dostum, bir kelam etmedin. Bir selam olsun vermedin...”

“Ben de” demiş toprak, “Onca zaman senden bekledim aynı şeyi...”

Ağaç:

“Bağrına düşen her yaprağım, aslında benden sana bir selamdı..”

Toprak:

“Öyle mi? Teşekkür ederim... Ancak şunu da bilmeni isterim dostum; Her mevsim dallarında açan o rengârenk çiçeklerin var ya…”

“Evet...”

“İşte onlar da benden sana bir selamdı aslında... Hem de incecik köklerinin o zarif elleriyle gönderdiğim...”

...

İkisi de susmuş...

Ağaç ile toprağın bu ilk ve son konuşması olmuş...

Bir daha konuştuklarını duyan hiç olmamış...

...

Derler ki; bu iki dostun konuşmasını dinleyen rüzgâr da, o günden sonra onların dili olmuş.

Bu iki dostun sesi soluğu ve can dostu olmuş...

...

Rüzgâr gibi geçer zaman...

Yakalayamazsın...

Tutamazsın...

Ele geçmez bir ahudur o...

Kaçar gider...

“Nereye?” diye soramazsın...

Halini, hayretini paylaşacak birini ararsın...

Kolay değil...

Hemencecik bulamazsın...

Kolay değil bu zamanda dostluklar, arkadaşlıklar...

İncelik ister...

Biraz da tahammül ister...

Mesafe olsun arada ama yakınlığı da korumak gerek...

Kubbeyi taşıyan sütunlar gibi...

Ne çok uzak, ne çok yakın...

Herkes ve her şey yerinde ve görevinin başında güzel...

Sütunlar biraz olsun kıpırdasa yerinden...

Kubbe de çökecek, sütunlar da devrilecek...

Demek, her şey bulunduğu yerde güzel...

Ölçüyü korumak güzel...

Ancak ihmale de gelmez hiç dostluklar...

Nazlı bir çiçek gibi su ister, bakım ister...

Sınanmamış dostluklar, daha başlamadan biter...

Ne çok uzak, ne çok yakın...

Her şey gibi...

Hayat gibi…

Kararında olmalı dostluklar da yemekteki tuz misali…

...

Bir acaiptir şu devrin rüzgârı...

Katar önüne götürür insanı...

Derdini herkesle paylaşamazsın...

Sırrını herkese açamazsın...

Emanet edemezsin...

Kadir kıymet bilmeyene gönlünden geçeni, hemencecik diyemezsin...

Bir başım iki avucumda dinliyorum şairi...

Belli, o da bizim gibi dertli...

“Şimdi bir rüzgâr geçti buradan

Koştum ama yetişemedim

Soraydım söylerdi herhalde

Soramadım.”

                        — Cahit Külebi

 

Ne yaparsan yap, nerde olursan ol... Ömürden bir şeyler eksiliyor hep...

Her an bir adım daha, ebediyete doğru yaklaşıyor insan...

Ve insan denen yolcu farkında mı acaba bunun?

Kolumuzdaki saat zamanı bildirmiyor sadece... Tiktakları, geçip giden ömrün ayak sesleri sanki…

...

Her vakit bir değil...

Gecesi bir başka güzel,

Gündüzü bir başka…

Az önceki an gitti...

Hem de, “gitti” der demez gitti...

O kadar seri, o kadar hızlı geçip gidiyor...

Yetişene aşk olsun hani...

Kimi güler şu dünyada, kimi ağlar...

Pişmanlık desen katar katar...

Tövbeler de olmasa, ömür baştan başa karalar dolu karalar...

Bu günahlar, bu karalar, hem kalbi hem ruhu yaralar…

Tövbeler de olmasa…

Rabbim şu mübarek geceleri bizler için bir fırsat eyle...

Affımıza vesile eyle...

Yâ Rahman, yâ Gufran, yâ Rahim, yâ Hannan, yâ Mennan, yâ Deyyan, yâ Afüv, yâ Erhamerrahimîn... Âmin yâ Muîn, âmin...