TR EN

Dil Seçin

Ara

İbadetler Niçin Emredilmiş?

İbadetler Niçin Emredilmiş?

Ana rahminde şuurlu bir çocuğu varsayalım. O çocuk itirazcı ve inkarcı olsun… O çocuk, gözleriyle orada bir şey göremediği için, “yahu şu gözler bana niçin takılmış” diye itirazda bulunacaktır. Ona, “Bu gözler sana başka bir âlemde lâzım olacak. O âleme gittiğin zaman bu gözler sayesinde yerde ve gökte harika sanatları seyredeceksin” denildiğinde; o “ben görmediğim şeye inanmam” diye bu hakikatın karşısına çıkacaktır.

 

Ana rahminde şuurlu bir çocuğu varsayalım. O çocuk itirazcı ve inkarcı olsun… O çocuk, gözleriyle orada bir şey göremediği için, “yahu şu gözler bana niçin takılmış” diye itirazda bulunacaktır. Ona, “Bu gözler sana başka bir âlemde lâzım olacak. O âleme gittiğin zaman bu gözler sayesinde yerde ve gökte harika sanatları seyredeceksin” denildiğinde; o “ben görmediğim şeye inanmam” diye bu hakikatın karşısına çıkacaktır.

Daha sonra itirazlarına devamla burnunun neye yaradığını, niçin yüzünde kalabalık ettiğini soracak; ona, burnuyla başka bir âlemde güzel kokular alacağı söylendiğinde bu hakikatı da inkâra gidecektir.

Aynı şekilde kollarının kalabalık ettiğinden, ayaklarının lüzumsuzluğundan bahisle sadece göbeğinden beslenmesine bakacak ve ağzını dahi gereksiz bulacaktır. Eğer ona bırakılsa dünyaya bu organlardan mahrum olarak gelecektir.

İşte, Rahîm-i Zülcemâl, rahmetiyle bizim elimizden tutmuş, bizi kendi fikrimizle baş başa bırakmamış ve daha bu dünyaya gelmeden bize lâzım olacak maddi manevi bütün organ ve duygularla donatarak bizleri bu dünyaya göndermiştir.

O Hakîm-i Zülcemâl bu dünyada bizi bir imtihana tâbi tutmuş ve bu âlemden sonra gideceğimiz âhiret âleminden hakkıyla istifade edebilmek için, nasıl hareket etmemiz gerektiğini Rehber-i Ekmel (asm.) ve Kur’ân-ı Kerîm’iyle bizlere bildirmiştir.

Bu imtihanda, ana rahmindeki o çocuğun düştüğü akılsızlığa düşmeyip; namazın, orucun, haccın, zekâtın ve diğer emir ve yasaklara itiraz etmeden onlara gereği gibi riayet ettiğimizde, âhirette bu ibadetlerimizden sonsuz istifade edeceğiz. Aksi halde, bu dünyaya gözsüz, elsiz, ayaksız, ağızsız ve kulaksız gelen bir mahluk gibi, hiç hazırlık yapmadan ibadetsiz olarak âhirete gittiğimizde halimiz ne olacaktır... Kaldı ki, her emrin terkiyle bir nehiy (yasak) işlendiğinden, bu dünyadan tâat ve ibadetsiz göçen kimse, âhirete eli boş gitmenin yanında, torbasına nice isyanlar ve günahlar doldurarak gitmektedir. Böyle bir yolculuk ise ancak Cehennemde son bulur.

O halde akıllı bir insanın yapacağı şey buraya kadar olan seyahatini Rabb-ı Rahîm’in lûtfuyla sürdürdüğünü nazara alıp, ölümden sonraki seyahatinde de lûtuflarla karşılaşmak için O Zat-ı Zülcelâl’in emirlerine harfiyen uymak ve nehiylerinden hassasiyetle kaçınmak olacaktır.
Cenâb-ı Hakk’ın, insanın ibadetine hiçbir ihtiyacı olmadığı gibi, onun isyanından da bir zarar görmemektedir. Her iki halde de sadece insanın fayda ve zararı söz konusudur. Bu nizamı kuran Sâni-i Hakîm, Cennetin yolunun nasıl olduğunu da insanlara bildirmiş bulunmaktadır. Ebedî saadete mazhar olmak isteyenler, bu yolda dikkatle yürüyecekler ve ömürlerinin sonuna kadar bu yoldan sapmayacaklardır. Şöyle ki:

Erzurum’dan İstanbul’a gitmekte olan bir kimse, yolculuğunun sonuna kadar ana yoldan sapmasa, fakat son anda yolunu değiştirse, bu kimsenin İstanbul’a gidemeyeceği ve daha önce doğru yolda olmasının da sonuca etki etmeyeceği ortadadır. Âhiret yolculuğumuzu bu şuurla sürdürmeli ve âkıbetimizden de daima korkup Rahmânü’r-Rahîm’in rahmetine iltica etmeliyiz.