Soru: Savaşlarda yaralanan veya ölen çocuklar görüyoruz. Kronik hastalıklarla acı çeken veya yoksulluktan sürünen insanlar görüyoruz. Allah adaletli ve merhametli ise neden bunlara izin veriyor?
Cevap: Buradaki ayrıntıların da cevabı verilir ama, esas soru, “Allah adaletli mi?” sorusudur. Bu noktada, bir karşı soru sorayım: Doğada bir tane ezen ve keyif süren, bir tane de ezilen ve haksızlığa uğrayan hayvan türü gösterebilir misiniz?
Bu soruya genelde verilen cevap, “Aslan ve Karınca” olur. Aslan güçlüdür, parçalayıcıdır, ezendir. Karınca ise güçsüzdür, ezilir, ayak altında perişan olur. Görünüşte sanki böyledir de, gerçek nedir, bakalım.
Aslanlar açıkta yaşarlar. Her an etraftan saldırı tehlikesi altındadırlar. Hatta bazen yavruları sırtlanlar tarafından yenilir, filler tarafından ezilir. Hem avlanmaları hayli zahmetlidir. Doymaları da çok zordur. O yüzden çoğu zaman aç dolaşırlar. Üstelik sadece bir bacakları kırıldığında bile, işe yaramaz hale gelir ve sürü tarafından ölüme terk edilirler.
Oysa karıncalar yer altında yayılmış, her ihtiyacın karşılandığı saray gibi konforlu ve korunaklı yuvalarda yaşarlar. Sadece bir kırıntı bile doymalarına yeter. Evet, ayak altında ezilirler ama, o kadar zor ölürler ki. Üstlerine basılsa bile, çoğu zaman yine toparlanıp hiç birşey olmamış gibi yollarına devam edebilirler.
Bu durumda hangisi avantajlıdır sizce? Aslan mı, karınca mı? Doğru cevap c şıkkıdır: Hiçbiri. Tabiatta hiç bir hayvan ne ezilir, ne de ezer. Hepsinin kendine göre avantaj ve zorlukları vardır.
Ve aynı şey, bitkiler için de geçerlidir. Mesela büyük ağaç olmanın, minik bir çimen olmaya göre daha avantajlı olduğu düşünülebilir. Büyük ağaçlar dayanıklıdır ve zor yıkılırlar. Fakat bir kez de yıkıldılar mı, ölürler. Oysa çimenler sürekli ezilirler ama tekrar tekrar yeniden ayağa kalkarlar.
İşte tüm doğada dikkatli bir teftiş yaptığımızda görüyoruz ki, bu kainatı yaratan ve düzenleyen zat, herşeye hakkını vermiş, hiç bir varlığı diğerine göre kayırmamış veya ezmemiş. Yani mutlak bir adaletle hükmediyor.
Nitekim Allah’ın güzel isimlerinden olan Adl ve Hakem gibi isimler, onun hem zatında adaletli olduğunu, hem de tüm varlıkları adaletle yaratıp yönettiğini vurgular.
Bu adaletin, insana yönelik kısmına gelince: Bu dünya, insanın sınav yeri olduğu için, insanların iyi kötü tüm davranışlarının karşılığı, esas başka diyarda verilecektir. Gerçi burada da, görenler için mükafat ve cezalar vardır ama, esas kısmı hesap gününe bırakılmıştır. Ama biz olaylara sadece bu taraftan, yani dünya gözüyle baktığımız için, bazen doğru değerlendirme yapamıyoruz.
Bir örnek verelim: Bir futbol maçı düşünelim. Sonunda deplasman takımı kazandı ve şampiyon oldu diyelim. Futboldan hiç anlamayan birisi de o maçı izliyor olsun. Maç sonunda yenilen evsahibi takım, teselli için alkışlanıyor, kazanan yabancı takım ise yuhalanıyor, hatta taşlanıp kovalanıyor. Şartlar dolayısıyla da kupa töreni yapılamıyor.
Yanımızdaki dese ki, “Bu haksızlık. Maçı kazandıkları halde dayak yediler. Kupa filan da verilmedi. Nerede adalet?” Ne deriz? Tabii ki, “Kupayı kazandılar nasılsa. Sonra bir törenle verirler, merak etme. Taşkınlık yapanlara da ceza verilir herhalde. Her şey bu stadda olanlarla bitmiyor.”
Olayları sadece belli bir kesitten, yani sadece dünya gözü ile görmek, işte bunun gibi hatalı yorumlara yol açabilir.
Şimdi de Kur’an’dan bir örnek: Yasin Suresi’nin başlarında, bir şehir halkına tebliğ yapan elçilerden bahsedilir. Şehirdekiler, elçileri yalanlar, hatta tehdit ederler. Sonra birisi koşarak gelir. Halkını uyarır. “Uyun o elçilere.” der. Ve sonraki ayet: “Ona ‘Gir Cennet’e.’ denildi.” Peki birden bire konu nereye atladı sizce?
Aslında olay bellidir. O imanlı insanın sözleri, inançsızları çileden çıkarmış, onu oracıkta öldürmüşlerdir. Sonuçta da Cennet’e alınmıştır. İşte eğer Kur’an bu olaya bizim gibi, sadece dünya açısından baksa, “Onu haksız yere öldürdüler.” der, bırakırdı. Oysa görünürde üzücü görünen bu olayı atlayıp, o şahsın sonuçta Cennet’e gittiği anlatılmış, ona acımak değil, imrenmek gerektiği vurgulanmış. Bakış açısı farkı, bu işte.
Ve bir hadis: Dünyada çok çileler çekmiş, dindar bir insan ölür. Melekler onu bir anlığına Cennet’e sokup çıkarırlar. Ardından da sorarlar: “Dünyada hiç sıkıntı çektin mi?” Adam sorar: “Sıkıntı mı? O nedir?”
***
Soru: Allah hiç hata yapmaz mı yani? Örneğin babamın ben küçükken ölmesi, babasız büyümek zorunda kalmam, bir haksızlık değil mi?
Cevap: Babasız büyümeniz, akla Peygamberimizi (asm) getiriyor. Daha doğmadan babasını, küçük yaşta da annesini kaybetmişti, bilirsiniz. Ve bu görünürde üzücü durumun hikmetini düşünen alimler demişler ki: Küçük yaşta anne-babasız kalması, onun doğrudan doğruya Rabbine yönelmesini, insanlara dayanmayıp, her şartta Rabbinden yardım istemesini sağlayacak ruhsal bir ameliyat hükmüne geçmiştir. Onun aday olduğu makam çok yüksek olduğu için, çoğu kişiye verilmeyen düzeyde belalarla sınanmış ve ‘pişirilmiştir’.
Konuyu biraz daha açmak için, Hz. Musa’nın Hızır ile kıssasından bir alıntı yapalım. Kehf suresinde geçen bu bahsin son kısımlarını, kısa tefsir olarak alıyoruz:
Hızır (as), kendisine itiraz eden Hz. Musa’ya (as) diyor:
78. “Şimdi sana, dayanamayıp itiraz ettiğin olayların iç yüzünü anlatacağım:
79. O hasar verdiğim gemi, geçimini denizden sağlayan yoksul insanlara aitti. Onu bilerek kusurlu hale getirmek istedim. Çünkü yolları üzerinde, sağlam gemilere zorla el koyan ve sahiplerini esir eden zalim bir kral vardı. Gemiye verdiğim küçük bir zarar, çok daha büyük bir zararı önlemiş oldu.
80. Öldürdüğüm o çocuğa gelince; onun ana-babası tertemiz birer mümindi. Biz bu evladın, ileride onları azgınlık ve inkara sürükleyeceğini biliyorduk. Onlara rahmetimizden dolayı, çocuğu öldürdük.
81. Ve onun yerine, Rablerinin onlara daha temiz ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik. Böylece, aslında onlara en büyük iyiliği yapmış olduk.
82. Düzelttiğim o duvara gelince; o şehirde yaşayan iki yetim çocuğa aitti. Ve yıkılmak üzere olan bu duvarın altında, vaktiyle onlar için saklanmış bir hazine gömülüydü. Rabb’in, bu çocukların ergenlik çağına ulaşıp hazinelerini çıkarmalarını diledi. Bunun için de, duvarın bir süre daha ayakta kalması gerekiyordu. Çocuklar küçükken duvar yıkılsaydı, o zalim kasaba halkı hazineyi yağma edeceklerdi. Demek ki, o duvarı düzeltmekle, misafirlerinden bir lokma yiyeceği bile esirgeyen o kasaba halkına mükafat değil, ceza vermiş olduk. Aynı zamanda, yetimlere ait hazinenin korunmasını sağladık.
Bütün bunlar, Rabb’inin sonsuz şefkat ve merhametinin tecellileri olarak gerçekleşti. Bunların hiçbirini ben kendiliğimden yapmış değilim. Senin kötü zannedip tahammül edemediğin bu olayların içyüzü ve altında yatan hikmet, işte bundan ibarettir.”
İşte çevremizdeki tüm olaylara bu gözle bakınca, inanan bir insan için, Allah’ın sevgisini, hoşnutluğunu kaybetmek dışında bir ‘kötülük’ yoktur aslında. Meşhur bir hamd duasında geçtiği gibi: Küfür ve dalalet dışında, her halimiz için Allah’a hamd olsun.
***
Soru: Her şeyde bir hikmet var diyorsunuz da, peki örneğin 99 Marmara depreminde, aynı anda 20.000 kişi öldü. Anlamlı olarak ölmesi gerekenler, bir araya mı toplanmışlardı?
Cevap: Büyük felaketlerde aynı anda ölen çok sayıda kişinin herbiri için ayrı analiz yapmak, haddimiz değil, mümkün de değil zaten. Ama kısmen işaret ettiğimiz birçok delilden beslenen, ‘Onun her işi adalet, hikmet ve rahmet iledir.’ mantığına göre, muhtemelen evet, teker teker hepsinin de, ölümünün o an, orada oluşunun bir hikmeti vardır. Ama bunu ancak ‘öbür tarafta’ ayrıntıları ile öğrenebiliriz. Zaten herşeyde tecelli eden ilahi adalet, her olayda apaçık görülebilseydi, sınav diye birşey kalmaz, herkes ister istemez onaylardı.
Ve ayrıntılara takılmak yerine temele dönersek, hak ve adaletten bahsederken, çoklukla unutulan esas gerçek şudur: Allah hiçbirimizi yaratmak zorunda değildi. Yarattı. Şükür lazım. Taş-toprak olarak da yaratabilirdi. Can verdi. Şükür lazım. Bitki bırakabilirdi, ruh verdi. Şükür lazım. Hayvan bırakabilirdi, insan yaptı. Şükür lazım. Uzuvlarımızı eksik yapabilirdi. Çoğumuzu tam yaptı. Şükür lazım. Bu kadar nimetlere mazhar olmuşken, “Neden şu şeyim eksik kaldı? Neden filana verilen bana verilmedi?” dersek, buna nankörlük denir.
Küçük kızlarıma bu konuyu tefsirlerden bir örnekle anlatmıştım: “Bir adam, beş parasız, zavallı birisini alıyor, bir minareye çıkarıyor. Minarenin her basamağında ona değerli hediyeler veriyor. En üstte de en büyük bir hediyeyi veriyor. Şimdi bu adam kalkıp dese ki: ‘Yaptığın da iş mi? Baksana, daha uzun minareler var. Neden beni oralara çıkarmadın?’ Siz olsaydınız ne yapardınız?”
Kızlarım, “Kızar, aşağıya bile atardık belki.” dediler.
Ama Rabbim sabırlı ve merhametli, atmıyor. Buna da şükür lazım.