“Mü’minlerin birbirine karşı sevgisi, merhameti ve iyi muamelesinin misali, aynı vücud gibidir. Şayet vücudda bir organ şikâyette (yardım çağrısında) bulunursa, vücudun diğer organları humma (yüksek ateş) içinde ve uykusuz kalarak yardıma koşarlar.” (Müslim 4/1999, Ahmed 4/70)
İnsan vücudu, yaralanma ve hastalığa karşı akıllara durgunluk veren reaksiyonlar gösterir. Herhangi bir dokunun hasar görmesi veya hastalanması, fonksiyonel mücadele ve savunma hatlarının devreye girmesini sağlar. Bu mücadele hasta organların şikâyet derecesiyle tam anlamıyla uyumlu bir mücadele olup dokunun yaralanma şiddetine göre vücut da aynı oranda direnç gösterir. Mücadelenin işlevsel amacı, öncelikle hastalığın yayılmasını önlemek, sonra da tedavi ederek tamamen iyileşmesini sağlamaktır.
Herhangi bir yaralanma sonrasında vücut ilk olarak kanamaya, yırtığa ve mikrop kapmaya karşı mücadele verir.
Sonra bu mücadele, yaranın iyileşmesi ve yaralı kasların normal işlevlerine dönmesi için verilir. Operasyon ilk olarak kasları parçalayan, kan damarlarını yırtan, sinirlerin kesildiği yerden çıkan ve esasında yardım talebi anlamına gelen nabız atışları ve sinyallerin, vücudun çeşitli merkezlerine gönderilmesiyle başlar. Sinyalleri alan sinir sistemi merkezlerinin temel görevi, vücudun diğer bütün sağlam organlarına durumu tanımlamak ve genel bir reaksiyon verilmesini sağlamaktır.
İkinci aşamada fiziksel metabolizma devreye girer ve akciğer, böbrekler, dolaşım sistemi ve bağışıklık sisteminin görevlerinde önemli değişiklikler gerçekleşir. Organların depoladıkları enerji (yağ) ve protein cinsinden maddeler bir yıkıma uğratılarak yaralı bölgeye büyük bir transfer başlar.
METABOLİZMANIN REAKSİYONLARI
Metabolizmanın reaksiyonları ilk olarak yaralı bölge yahut hastalığa maruz kalan dokulardaki hücrelerin sağlıklı kalmasına yöneliktir. Bunun için öncelikle hücre zarları direnç göstererek tuzların geçirgenliğini sınırlandırır. Hücrelerin su toplamasının nedeni budur. Sonra, hücre, kendi içindeki potasyumu tutmak ve sodyumu dışarı atmak için büyük bir enerjiye ihtiyaç duyar. Tıpta ‘sodyum pompalama’ olarak bilinen bu işlem, hücre içinde adenozin üç moleküllerinde depolanmış kimyevî enerjinin aktif hale geçmesini sağlar. Hasar gören dokunun dirençli hale gelmesi, yeterli miktarda protein ve potasyumun oluşturulmasıyla mümkündür.
Metabolizmanın bir diğer reaksiyonu, yaralı dokuya savaş açmış olan bakteri, virüs ve mikroplara karşı mücadele etmektir. Bunun için direnç hücreleri faaliyetlerini artırır ve yutucu özelliği olan fagositler çoğalarak zararlı maddeleri yutar ve yok eder. Daha sonra da, antitoksin maddelerin yapımına başlanır.
Metabolizmanın bu reaksiyonları verebilmesi için vücudun diğer organ ve sistemlerinden enerji transferi gereklidir. Örneğin, kalp kasları, su ve tuzları kontrol eden böbrek faaliyetleri, çeşitli maddeleri kıran (yıkımını sağlayan) akciğer faaliyeti, protein ve besinleri emen bağırsakların faaliyeti ve kasların faaliyeti sırf bu işe matuftur. Bu şekilde vücudun tamamı faaliyet seviyesini normal seyrine göre yükseltir ve bu da sonuçta daha çok enerji üretilmesini sağlar.
Diğer taraftan, bu enerjinin üretilmesi için çeşitli hormon faaliyetleri de peş peşe devreye girer. Bu hormonların en önemlileri; kortizon, adrenalin, noradrenalin, glukagon ve büyüme hormonudur.
Kortizon hormonu, kandaki glikozun üretiminde rol alır. Özellikle kaslardaki proteinlerin yıkımı yoluyla laktik asit, alanin ve dallı zincirleri olan lösin, izolösin, valin gibi amino asitler sentezlenir (yapılır). Ayrıca gliserin oluşturmak için yağları yakar ve adrenalin, noradrenalin ve glukagon fazlalığını harekete geçirir.
Adrenalin ve glukagon hormonlarından, glikoz molekülleri yapılmak için kaslarda ve ciğerde depolanmış olan glikogin yakılır.
Özetle, bu operasyonlar sonucunda bol miktarda glikoz, yağ asitleri, gliserin ve amino asitler üretilmiş olur. Gliserin sülfat adoynozin üç moleküllerinin üretilmesi; yağ asitleri, gliserin ve amino asitler ise ADP moleküllerinin üretilmesi ya da yeni glikoz üretimi işinde kullanılır. Ayrıca, savunma sistemi ve yaralı dokunun onarımı için gerekli doku moleküllerinin yapılması için amino asitler kullanılır.
YARALANMA VEYA HASTALIK HALİNDE OLUŞAN HUMMA (YÜKSEK ATEŞ)
Vücut ısısının ortalaması 36,6-37,6 derecedir. Bunun üstünde olan her derece yüksek ateş olarak değerlendirilir.
Normalde beyindeki hipotalamus merkezinde bu sıcaklık normal seviyesinde sabitlenir. Eğer vücut sıcaklığı normal derecesinin üstüne çıkarsa, ateşi düşürmekle görevli özel hücreler uyarılır ve kaslarda, damar duvarlarında ve derinin altında bulunan damarlarda son bulan sinyaller gönderilir. Böylece kaslar gevşer ve kılcal damarlar şişer. Cilde yakın kanın sıcaklığında düşme ve soğuma oluşturularak buharlaşan ter salgısında artma meydana gelir. Ayrıca kasların fazla hareketinden kaynaklanan sıcak enerji azalır. Aynı şekilde ateşi düşürme merkezlerinin uyarılması sonucunda insanın sıcaklık hissetmesi sağlanır. Bu da, insanı elbiselerini hafif giymeye ve daha serin yerlere sığınmaya iter.
Vücut sıcaklığını ayarlamaya dönük bu ince işler, hücrelerin işlerini yapabilmesi ve doğal değerlerinde işlevini yerine getirebilmesini sağlar.
Eğer vücut sıcaklığı 36,5’in altına düşer ya da 37,5’in üstüne çıkarsa sıcaklık derecesindeki değişikliği hisseden beyin, sıcaklık merkezinde bulunan hücrelerin sıcaklık ayarını yapar.
İster yaralanma, ister mikrop istilâsı, isterse kanser gibi bir iç hastalık durumunda olsun bu durumların hepsinde ‘yüksek ateş’ olur. Humma da denilen bu yüksek ateşin sebebi, vücudun bizzat kendisinden kaynaklanmaktadır.
Hastalığın olduğu yerden, tiroid ve diğer savunma hücreleri, hasta veya yaralı organın çevresini sararlar. Dolayısıyla bu hücreler mikroplara, yabancı ve zararlı cisimlere karşı çeşitli yanma operasyonları şeklinde direnç gösterirler.
Vücut sıcaklığı, öncelikle vücudun hastalığa karşı mukavemet sisteminin ihtiyaç duyduğu sıcaklığa uygun olarak farklılaşır. İkinci olarak da, yaralanmanın çeşidi ve derecesine göre farklılaşır. Bu nedenledir ki, güçlü kişilerde ateş yükselmeyebilir. Yani, yüksek ateş, yaralanma veya hastalıkla mücadele için insan bedeninin reaksiyon vermesinin bir parçasıdır.
Bu gerçek, tıpta son zamanlarda anlaşılan gerçeklerden biridir. Zira eski anlayışa göre yüksek ateş vücutta meydana gelen hastalığın bir neticesiydi. Oysa, gerçekte hastalığa karşı vücudun savunma faaliyetinin bir parçasıdır.
YÜKSEK ATEŞİN FAYDALARI
Günümüz tıbbı henüz tam anlamıyla yüksek ateşi çözmüş değildir. Hâlâ vücutta yüksek ateşin üstlendiği rollerin tamamı anlaşılmamıştır.
Peki hastalık ya da yaralanma esnasındaki yüksek ateşin vücudun diğer kimyasal reaksiyonlarıyla bağlantısı nedir?
Herhangi bir kimyasal reaksiyonun gerçekleştiği vücut bölgesinde ısının yükselmesi, reaksiyonu hızlandırır, aktifleştirir ve süreyi kısaltır. Hastalık ve yaralanma hallerinde vücut şiddetle çeşitli kimyasal reaksiyonların hızlanmasına ihtiyaç duyar. Yüksek ateş durumunda metabolizmada meydana gelen kimyasal reaksiyonlar ölçülmüş ve vücut ısısının her 1 derece artışında bu reaksiyonların ortalama %10 oranında artış gösterdiği tespit edilmiştir.
İkinci olarak, vücut yoğun biçimde mikrop saldırısına maruz kalmaktadır. Hastalığın ilk anlarında bağışıklık sistemi geçici olarak güçsüzleştiğinden mikroplar bölünerek yaralı dokuda çoğalır ve hücreleri yok eden zehir salgılamaya başlarlar. Bunlar kana karışınca vücudun farklı bölgelerine yayılıp yerleşir. Bu süreç, vücut ısısının normalin üstüne çıkmasına dek sürer. Proteinlerin salgılanmasıyla birlikte bağışıklık sistemi zarları bu mikroplara direnç göstermeye başlar. 38-39 derece civarındaki yüksek ateş esnasında mikroplar bölünemediği gibi, muhasara altına alınıp yok edilirler.
Üçüncü olarak, vücut dokuları kimyasal dirençlerini en yüksek seviyeye çıkartmak için bol miktarda oksijen moleküllerine ihtiyaç duyarlar. Hastalık durumunda oksijen, alyuvarlarda bulunan hemoglobin vasıtasıyla dokulara taşınır. Hemoglobinin hücrelere ve dokulara ulaşabilmesi, ancak özel durumlar ve özel basınç değerleriyle mümkün olur. Ayrıca, vücut ısısının yükselmesi hemoglobin sayesinde oksijen parçalanmasını ortalama değerlerinde tutar. Bu o kadar hassas bir ayardır ki, daha az basınç ya da daha yüksek basınç oksijenin parçalanmasını sekteye uğratır.
Gelgelelim, yüksek ateş 38-39 dereceden sonra vücuda zarar vermeye başlar. Beyin hücreleri vücut ısısı 40 derece ve üzeri olduğunda görevlerini yapamaz olurlar. 44 dereceden sonra ise insan vücudu hayati fonksiyonları sürdürülemez hale gelir. Kesin olan şu ki, vücudun hastalıkla mücadele edebilmesi için en uygun yüksek ateş aralığı 38-39 derecedir.
Yaraya karşı metabolizmanın ilk tepkisinden sonra yaralı organa verilmek üzere yağ ve protein parçalanması başlar. Buna yıkım ya da yıkılım denir. Bu takviyelerin ardından hastanın ateşi düşer. Ve ardından, yaranın onarımı başlar. Eğer yara ağırsa o zaman yıkım dediğimiz yağ ve protein parçalanması daha çok olacağından, uykusuzluk ve yüksek ateş bu işlemler devam ettiği müddetçe sürer. Uykusuzluk sadece zihnin ve gözlerin uyanık olması anlamında değil, bütün vücut organlarının uyanık olması ve yaşamsal faaliyetlerini yerine getiriyor olması anlamındadır. Ağır yaralanmalarda gece boyu saatlerce devam eden bu aktiflik hali, gözler kapansa, zihin uyusa bile devam eder.
HADİS-İ ŞERİFTEKİ İCAZ
Nitekim, Hz. Peygamber’in mü’minlerin birbirlerine karşı olan sevgisi, merhameti ve iyi muamelesini ele aldığı bir hadisi de işte tam da bu noktaya gönderme yapmaktadır:
“Mü’minlerin birbirine karşı sevgisi, merhameti ve iyi muamelesinin misali, aynı vücut gibidir. Şayet vücudda bir organ şikâyette (yardım çağrısında) bulunursa, vücudun diğer organları humma (yüksek ateş) içinde ve uykusuz kalarak yardıma koşarlar.” (Müslim 4/1999, Ahmed 4/70)
Bu hadisle Hz. Peygamber kendi döneminde tıp dünyasında tam olarak bilinmeyen bir konuyu aydınlığa kavuşturmuş oluyordu. Şöyle ki, Onun yaşadığı döneme kadar, insanlar bir organ yaralandığı zaman vücutta yüksek ateş oluşacağını biliyorlardı ama bu yüksek ateşin vücudun lehine, bizzat vücudun bağışıklık sistemi ve diğer sistemleri tarafından “bilinçli bir plan dahilinde” meydana getirildiğini bilmiyorlardı.
İkinci olarak hadis-i şerifte yaralı organın şikâyeti veya yardım çağrısından bahsedilmektedir. Gerçekten de, yara bölgesinden yükselen nabız atışları, istem dışı hareket eden algı merkezlerine gönderilmektedir ve böylece yaralı bölgedeki hormonlar ve kimyasal maddeler yeniden canlandırılmaktadır.
Hadiste görülen bir diğer icaz şu ki, metinde “yardıma çağırma” anlamına gelen kelime, Arap lisanında aynı zamanda, bir organa yardım etmek için bütün enerjinin yönlendirilmesi anlamına gelmektedir. Bu ise, yardıma koşan diğer vücut organlarında meydana gelen yağ ve protein parçalanmasını, yani hücre yıkımlarını akla getirmektedir.
Hakikaten, yaralı organın tedavisi için diğer organlar, eksilen şeyleri ikmal etmek üzere kendi bünyelerindeki yağ depoları ve proteinlerden feragat ederler. Vücutta hastalık kontrol edilene kadar da bu yıkım işi devam eder. Nitekim, bilim adamları her bir yaralanma olayında yıkım miktarı, yani vücudun kaybettiği kilo ile yaralanmanın şiddeti arasında bir uyum olduğunu keşfetmişlerdir. Dolayısıyla tıpta “aşırı yıkım” hali olarak bilinen durum gerçekleştiğinde, vücut ağır yarayı tedavi edemediği için hastanın ölümü söz konusu olabilmektedir.
Hadiste bariz biçimde göze çarpan bir diğer nokta ise, “uykusuz kalarak” ibaresiyle hastanın yatıyor ve uyuyor görünse bile, hatta baygın olsa bile, vücudun uyanık kaldığına ve hastalıkla ya da yara ile savaş verdiğine işaret edilmesidir. Hastalık boyunca vücudun bütün sistemleri; kan dolaşım sistemi, metabolizmanın dirençleri, solunum sistemi, böbrekler ve kalp her zaman uyanıktır.
Hadiste görülen bir diğer icaz konusu ise, hastalığın seyrinin en doğru bir sıralama ile veriliyor oluşudur. Önce yaralı organın şikâyeti ya da yardım çağrısı, ardından diğer organların bu yardım çağrısına cevap verişi; ve yüksek ateşi takiben vücudun hastalığa karşı topyekûn bir savaş vermesi ve bu yüzden uykusuz kalması sıralamaları, tıbbi olarak bugün doğruluğu kanıtlanmış bir sıralamadır.
Sonuç olarak, modern bilim, hadis-i şerif lafzının ve manasının aksine ya da onunla uyuşmayan herhangi bir gerçeği keşfetmemiştir. Tam tersine, hadis metni, olup bitenlerle bütünüyle kapsamlı, içine alan, ince bir tanımlama ile uymaktadır.
Peygamber Efendimiz (sav) bu hadisiyle bize birbirlerini sevmede, acımada, merhamet etmede Müslümanların nasıl olması gerektiğini haber vermiştir.
Her kim ki, Peygamber’in (sav) Müslümanlardan, hangi ölçülerde birbirleriyle yardımlaşmaları, birbirlerini sevmeleri ve şefkat göstermeleri gerektiğini anlamak istiyorsa, bu makalede ortaya koyduğumuz tıbbî bilgileri iyice okumalı, insan vücudunun nasıl tek bir varlık gibi faaliyet gösterdiğini kavramalı ve öğrenmelidir.