Ben ilkokuldayken, “En sevdiğiniz ay hangisi?” diye sordu öğretmen.
“Ramazan!” dedim. Herkes şaşırdı. Acaba niye şaşırmışlardı ki! En sevdiğim ay, gerçekten de Ramazan’dı. Hala öyle...
Hatırladığım en eski Ramazan, yine böyle bir yaz gecesi gelmişti bize. Bulutsuz berrak gecenin yüzünde saçılmış inciler gibi yıldızlar yanıyordu. Ve Ay... Birdenbire uyanıverdiğim gecelerde, korka korka perdeleri sıyırıp, görmek için Allah’a dualar ettiğim Ay... İncelmiş incelmiş incelmiş de, bir kirpik gibi—ama bembeyaz ışıltılı, nurdan bir kirpik gibi—gökyüzünün koyu lacivert kadifeden teninde gülümsüyordu...
Babaannem, yorgun parmaklarını Ay’a doğru uzattı: “Bak evladım! İşte Ramazan Hilali gözüktü! Bu gece sahura kalkılacak, yarın oruç.”
“Ben de kalkacak mıyım sahura?”
“Sen daha küçüksün!”
“Ama ben de sahura kalkmak istiyorum…”
“Küçüksün... Günler uzun oruca dayanamazsın…”
“Sen de yaşlısın ama…”
“Allah bi kolaylık verir…”
“Sana verir de bana vermez mi?”
“Fesubhanallah! Verir elbet...”
“O vakit beni de sahura kaldır...”
Beni sahura kaldırdılar. Ancak mutfağın yolunu zor buldum. Yüzümü gözümü yıkadıysam da, mümkünü yok gözlerimi uykudan açamıyordum. Yarı uyur yarı uyanık bir iki dilim böreği, bir tas has hoşaf ile yedim mi yuttum mu hatırlamıyorum...
Ertesi gün, yalan yok gerçekten hayatımın o güne kadarki en uzun günüydü. İkindi vaktinden sonra ta iftara kadar ezanı bekledim. Ama ne beklemek!..
“Babanne ne kadar kaldı?”
“Daha var? Dayanamıyorsan sen boz orucunu üstünü ben tamamlarım…”
“Öyle olur mu?’’
‘’Olur ama…”
“Ama ne? Demek ki olmaz! Yok, ben bugün tutacağım orucumu.”
Nihayet yakıcı yaz güneşi, elini eteğini üzerimizden çekip, mor dağların arkasında yaşayan öteki Âdemoğullarının başları üzerinde parıldamak üzere, arkasında erguvan renkli bir akşam bırakarak gitti. Uzaklardan bir yerlerden bir top gümbürtüsü işittik. Ve üzerimize iri taneli ılık ve tatlı bir yaz yağmuru gibi akşam ezanları yağmaya başladı.
“Haydi!” dedi annem. “Top patladı, ezanlar okunuyor, iftar oldu!”
Ben herkesten önce sofranın baş köşesine attım kendimi.
Babaannem dua etti.
“Senin rızan için oruç tuttuk ve senin verdiğin nimetler ile orucumuzu açıyoruz Allah’ım, bismillah.”
Önce bir koca bardak su içtim. Su su, aziz su! Ardından babamın az önce eve getirirken, yutkuna yutkuna kokusunu içime çektiğim pidenin ucundan aha şöyle yumruğum kadar bi parça kopardım.
“Hoşaf da iç.” dedi annem. Bir tas has hoşaf içtim. Bir tas da tarhana çorbası...
Bu benim ilk iftarımdı. Babaannem başımı okşadı, babam “afferin” dedi, annem gülümsedi...
Ve aradan otuz sene geçti.
İşte şimdi yine bir yaz gecesi ve gökyüzünün lacivert kadifeden teninde, incecik kirpik gibi, ama ışıl ışıl nurdan bir Ay parıldıyor... Bu gece sahura kalkacağız, yarın oruç...
Oğlum, uyumadan önce “Beni de sahura kaldırın! Ben de yarın oruç tutacağım!” demişti. Belki tüm Ramazan’ı şimdilik oruçlu geçiremez. Ama hiç değilse bir iki gün tutacak.
Ve Ramazan, bu aziz ve mübarek misafir, “Allah’a ısmarladık” diyerek, giderken; oruç tutmak isteyen tüm çocuklar gibi, onun da başına şekerden ve çikolatadan bir bayram tacı takacak...