TR EN

Dil Seçin

Ara

Hürriyet / Müslüman Ve Hıristiyanların Dünü-Bugünü

Hürriyet / Müslüman Ve Hıristiyanların Dünü-Bugünü

Hürriyet bütün dinlerde yer almakla beraber İslamiyet, hürriyete diğer dinlerden daha fazla önem vermiştir. Bundan dolayıdır ki, başka dinlere mensup olan birçok fikir ve ilim erbabı İslamiyet’i “hürriyet dini” olarak tanımlamışlardır.

 

 

HÜRRİYET bütün dinlerde yer almakla beraber İslamiyet, hürriyete diğer dinlerden daha fazla önem vermiştir. Bundan dolayıdır ki, başka dinlere mensup olan birçok fikir ve ilim erbabı İslamiyet’i “hürriyet dini” olarak tanımlamışlardır.

Hazret-i Ömer (ra) halifeliği zamanında Kudüs’ü fethettiği zaman, Hıristiyanların serbestçe ibadetleri yapacaklarını, mabetlerine dokunulmayacağını, namus, mal ve canlarının muhafaza altında olduğunu bildirip, herkesin emniyet içinde yaşayacaklarını bildirmiş ve onlara geniş hürriyetler sağlamıştır.

Halbuki Hıristiyanlar Kudüs’ü teslim aldıkların zaman, hayretengiz bir dehşet sergilemişlerdir. Bazı insanların başlarını kesmişler, bazılarını süngüleyip yüksekten taşlara atmışlar ve bir kısmını da diri diri yakmışlardır. Kadın ve çocukları sokaklarda öldürmüşler; öyle ki, her taraf cesetlerle dolmuştur. Hatta Kudüs’te bulunan Hz. Ömer camiine binlerce insanı doldurup katletmişlerdir. Cesetler kan gölüne dönen caminin içinde yüzmüşlerdir.

İşte bu hal iki din arasındaki farklılığı bütün vücuhuyla ortaya koymaktadır. Bu vahşet tarihin kara lekelerinden biridir.

Tarihe hak ve adaletiyle damga vuran Osmanlılar, yetmiş iki milleti hâkimiyetleri altında bulundurdukları halde, dinden aldıkları iman ve feyiz ile onların mabetlerine, inançlarına, giyimlerine, lisanlarına kısaca yaşantılarına karışmadıkları gibi, onlara geniş hak ve hürriyetler tanımışlardır. Mesela; Araplara asırlar boyunca hâkim oldukları halde onları sömürmek bir yana bilakis her sene bütçeden pay ayırarak Sürre Alayları ile özellikle Mekke ve Medine’ye yardımda bulunmuş ve onlara hizmet etmişlerdir.

Yine Osmanlılar balkanlara da asırlarca hükmettikleri halde onların mabetlerine, örflerine ve yaşantılarına karışmamışlardır. Dört yüzyıl hâkimiyetlerinde bulunan Balkanlarda ciddi manada hiçbir terör ve anarşi hadisesine meydan vermeyerek onların huzur ve asayişlerini sağlamışlardır. Müslümanların şarkta ve garpta fethettikleri bütün memleketlerde fetihten evvel zulüm ve haksızlığın hüküm sürdüğü tarihle sabittir. Oralardaki insanlar bu zulümlerden inim inim inlerken, buralara ilim, ahlak ve şefkat gibi güzel meziyetler getiren Müslümanlar, o insanların hem kalp hem de vicdanlarına hâkim olmuşlardır. Bu sayede birçok insanın Müslüman olmasına vesile olmuşlardır.

Mesela Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde gayr-i müslimlerin din, namus, can ve mallarını muhafaza altına alarak, onların korku ve endişelerini izale edip, inançlarını istedikleri gibi yaşayabileceklerini ve ibadet yerlerine dokunulmayacağını ve hür olduklarını ilan etmiştir. Bu sayede o insanlar, vicdan, düşünce ve fikir hürriyetinin tadını almışlardır.

Yine başta Tarık bin Ziyad olmak üzere Endülüs fatihleri, orada yaşayan insanlara adalet ve merhametle muamele etmişler ve onların hak ve hürriyetlerini teminat altına almışlardır. Oradaki insanların ne örf ve adetlerine, ne giyim kuşamlarına, ne inançlarına ne de mabetlerine dokunmamışlardır. Müslümanların bu şefkat ve adaletleri karşısında bazı Hıristiyan din adamları ile birçok ilim ve fikir adamının Müslüman olduğu tarihçe sabittir.

 

 

Endülüs, fatihlerin yetiştirdiği ilim ve fen adamları sayesinde kısa bir zamanda manen ve maddeten terakki ederek huzur ve refaha kavuşmuştur. Kısa bir zamanda çeşitli meyve ağaçlarını havi bağ ve bahçeler, El-Hamra gibi gözleri kamaştıran saraylar ve muhteşem mabetler inşa edilmiş ve böylece Endülüs, medeniyetin merkezi olmuş ve Avrupa’ya üstatlık yapmıştır.

 

 

Müslüman fatihler Endülüs’te birçok medrese açmakla beraber ilim ve fen adamlarını da daima gözetip himaye etmişlerdir. İlim adamlarının himaye edilmesi sayesinde, İbn-i Rüşt gibi büyük mütefekkir ve feylesoflar; içtihat sahasında Şatibi ve İbn-i Hazm gibi müçtehitler ve İbn-i Arabi gibi maneviyat sultanları yetişmiştir.

Nitekim bu gibi alim ve mütefekkir zatların himmet ve gayretleriyle te’lif edilen ve dünyanın hiçbir yerinde olmayan kıymetli eserler, Endülüs’teki kütüphaneleri doldurmuştur. Melik’in sarayındaki sadece katalog 45 cilt olup, 600 binden fazla eser mevcut idi.

Endülüs’teki bu terakki, Avrupalıların gözlerini kamaştırmıştır.

Dolayısıyla Avrupa’nın çeşitli yerlerinden Endülüs’e ilim tahsili için birçok insan gelmiş ve buradan aldıkları ilim ve irfanı kendi memleketlerine götürmüşlerdir. Nitekim Endülüs, Avrupa’nın üstadı olmuş ve Müslümanlar Avrupa’nın ilim ve fikir terakkisinde derin katkılar yapmışlardır.

Maalesef asırlar sonra güzel ahlakın gereği olan ilim, adalet, ubudiyet ve çalışmayı bırakan Müslümanlar; bir taraftan sefahat ve eğlenceye diğer yandan da makam ve mevki kavgalarına düşerek, kadere aleyhlerinde fetva verdirmişler ve Yüce Allah onlara ihsan ettiği hâkimiyet nimetini geri almış ve Endülüs Hıristiyanlar tarafından tekrar işgal edilmiştir.

 

 

Endülüs’te iktidarı ele geçiren Katolikler (Miladi 1226/Hicri 634), İspanyol Katoliklerinden Ferdinant’ın da destek ve kışkırtması ile Müslümanların kendilerine tanıdıkları hürriyete mukabil, Müslümanları ve Musevileri zorla Katolik yapmaya çalışmışlardır. Bununla da kalmayıp kabul etmeyenleri diri diri ateşe atarak yakmışlar, bir kısmının üzerlerine kızgın katranlar dökmüşler; bazılarının ise ayaklarını ayrı ayrı atlara bağlayıp, zıt yöne doğru koşturarak onları parçalatmışlardır. Hatta insanları ayaklarından bağlayıp baş aşağı kızgın ateşin üzerine asıp etleri dökülünceye kadar yakmışlardır...

Bu işkenceleri seyredenlerin şefkat edecek kalpleri ve müteessir olacak vicdanları olmadığından acımak bir tarafa bu vahşetlerden zevk almışlardır. Bu zulüm ve işkenceleri tarih kitaplarında okuyan her kalp ve vicdan sahibinin müteessir olmaması ve gözyaşı dökmemesi mümkün değildir.

Yine Katolik Hıristiyanlar, Endülüs’teki kütüphanelerde bulunan bütün eserleri suya döküp imha etmişlerdir. Eğer bu eserler imha edilmeseydi, bugünkü beşerin terakkisi asırlar önce yakalanmış olabilirdi. Hıristiyan âleminde bu hakikatlerin doğruluğunu ifade eden birçok insaflı fikir adamı olduğu gibi, maalesef bunu bildiği halde saklayan mutaassıpların sayısı da az değildir.

O zaman Endülüs ile ilim ve irfanda rekabet halinde olan Bağdat’ı işgal eden Moğollar da (Miladi 1258/Hicri 656) Bağdat’taki sayısız eserleri Dicle nehrine döküp imha etmişlerdir. Bundan dolayı Dicle Nehrinden bir hafta boyunca mürekkep aktığı rivayet edilmektedir.

Dünyanın bir köy haline geldiği asrımızda da hürriyet ve insan haklarından dem vuranların, Irak’ta, Afganistan’da, Guantanamo'da Müslümanlara yapılan zulüm ve işkencelerin yanı sıra, bugünlerde Avrupa kıtasında özellikle Müslümanlara dönük olarak başlatılan İslamofobya ve İslam karşıtlığı hususunda sessiz kalmaları ve adeta üç maymunu oynamaları çok düşündürücüdür. İlim, irfan ve medeniyet asrında yapılan bu zulümler, bu dışlamacı politikalar hangi insan hakları ve hangi hürriyetle bağdaşır? Bu yapılanlar ortaçağ karanlığında yapılanlardan farksızdır.

Halbuki Hazret-i İsa’nın (as) “Bir yanağına tokat vurulduğunda diğer yanağını çevir”, “Cübbeni isteyene, yanında kaftanını da ver” sözünü iftiharla söyleyen Hıristiyan âlemi nerede!?