TR EN

Dil Seçin

Ara

Tanrı’nın Kitabı: Risale estetiğinde bir film

Fransız bilim kurgu yazarı Jules Verne’nin en az bilinen kitaplarından biridir Kip Kardeşler (Les Freres Kip). Geçen çağın en usta yazarlarından olan Verne, bu kitabında enteresan bir teori ortaya atar. Der ki; “insanların tam ölüm anlarında gördükleri görüntü kalıcı olarak göz retinasına yerleşir. Öyle ki bir daha silinmez.”

Elbette bir bilim-kurgu romanının sıradan cümlesinden çok daha anlam ifade ediyor bu tez. 1999 yapımı Matrix’in görüntü yönetmeni Bill Pope, filmdeki akıl almaz aksiyon sahnelerini nasıl yaptıklarını ifade ederken şunları söyler: “Hareket eden bir imge, yüzlerce fotoğraftan oluşur. Film gibi gözükse de aslında bir fotoğraftır. Biz de öyle yaptık…”

İşte sinema bu yüzden mucizevi bir icattır. Sanattan çok daha ileri, ânı sonsuzlaştıran, hayır ya da şerri dondurup saklayan bir sihirli sanat!

Bediüzzaman Hazretleri ‘Eski Said’ döneminde sinemaya sıklıkla gittiğini anlatır hatıralarında. Hatta Risale-i Nur’un birçok yörende bizatihi sinema deyimini kullanır. İşte onlardan sadece biri: “Ara sıra sinemaya—ibret için—gittiğimden bana İstanbul içindeki insanlar, o dakikada sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdiği gibi, aynen ben de o vakit gördüğüm insanları ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm.”

Sinemanın henüz keşif yıllarında yazılan bu satırların nasıl bir vizyona ve ufka sahip olunduğunun apaçık göstergesi olması dışında, Said Nursî Hazretleri’nin eserlerinde kullandığı sinematografik dil hakkında da önemli ipuçları veriyor.

Sözgelimi ‘Küçük Sözler’ olarak adlandırılan Sözler’in ilk on epizodu… Tasvire, karakter dengelemelerine, atmosfere ve repliklere bakıldığında muazzam bir dramaturji yeteneğinden bahsetmek gerekiyor.

Sinemanın kardeş yönetmenleri Albert ve Allen Hughes From Hell / Cehennemden Gelen’den sonra yine enteresan bir filmi olan The Book Of Eli / Tanrının Kitabı’nı izlerken aklıma bunlar geldi… Hughes Kardeşler, mekan tasarımı, hikayenin dramatik aksiyonu ve olayın yaşandığı atmosfer açısından sanki Küçük Sözler’den bir bölümü kendi meşreplerince filme aktarmışlar gibi.

Enteresandır Hughes Brothers bir önceki filmlerinde de, Karındeşen Jack mitinden yola çıkarak masonik bir takım aklamalar, temize çıkarmalar girişiminde bulunmuşlardı. Tanrının Kitabı filminde tüm macera Hıristiyan dünyasının en tartışmalı İncil versiyonu olan King James Edisyonu etrafında dolanıyor. Yine enteresandır bir süre önce Evangelistler bu edisyonun dışındaki tüm İncillerin yakılması gerektiğini (Üstelik Cadılar Bayramı’nda) açıklamışlardı.

Meseleyi çok fazla dallandırıp budaklandırmadan filmin konusuna bakmak gerekirse Tanrının Kitabı, Amerikan sinemasının son dönemde pek bir haz ettiği “anti-ütopik post-apokaliptik sıfırlama” döneminde geçen bir macera-mistik film. Daha önce Waterworld, Mad Max (Özellikle serinin ikinci örneği) ve I am Legend filmlerine benzer bir atmosferde geçiyor. Beklenen büyük felaketlerden biri yaşanmış ve tüm dünya neredeyse sıfırlanmıştır. Medeniyetler yerin altına girmiş geride kalanlar büyük bir yokluk yaşamakta ve yeryüzünün her yanında bir kanunsuzluk ve kuralsızlık hakim olmaktadır. Filmin kahramanı Eli (D. Washington) gizemli bir seyyahtır. Her ne kadar acımasız bir savaşçı gibi görünse de, yakından bakıldığında çok önemli kutsal emanet taşıyan bir ermiştir. Kendine vazife olarak, taşıdığı kitabı batıya götürmeyi seçmiştir. Bu uğurda yoluna çıkan eşkıyalar, meraklılar ve küçük tiranlar ile mücadele etmektedir. Yolunun düştüğü bir kasabada karşısına çıkan acımasız Carnegie (G. Oldman) ne pahasına olursa olsun kitabı ele geçirmek ister. Kitabın kötü niyetli insanların eline geçmemesi için mücadele eden Eli, görünürde mücadeleyi kaybeder gibi olsa da, hayatı pahasına da olsa amacına ulaşır.

İslam tasavvufuna ve Risale-i Nur’a aşina olanlar için bambaşka anlamlar ifade edecek bir çalışma olmuş Tanrının Kitabı. Yalnızlık, emr-i bil ma’ruf, erdem, hikmet gibi kavramların etrafında dolanan Batılı bir hikaye olan film, özellikle Küçük Sözler’de tasvir edilen atmosfere inanılmaz derecede yaklaşmış.

Ancak Doğu-Batı kültürel kodlar arasında fark o kadar bariz ve üzücü ki, insan bu tür temaların çok minik müdahalelerle nasıl zaman/mekan aşabilen eserlere dönüşebileceğini düşündükçe içi acıyor.

Dekorundan kostümüne, oyunculuğundan sinematografisine kadar iyi olan film içerdiği temanın yer yer tosladığı sığlık duvarından dolayı iki seksen uzanıyor.

Film yeryüzünde iyiliğin kaynağı olarak konumlandırdığı bir kitabın etrafında dönen bunca maceraya dikkat çekerken, yaşanmış olan kıyamette de aynı kitabın zaten var olduğu gerçeğini ıskalıyor. Öyle ya, madem insanlara mutluluk verecek bir medeniyeti tesis için böylesi bir kitap olmazsa olmaz şarttır o halde bunca felaket niye olmuştur?

Gerçi kurnaz yönetmenlerimiz finalde Kral James versiyonunun raftaki yerini gösterirken yanına Kur’an-ı Kerim ve Aht-i Atik’i de koyuyor ama şüphesiz yeterli değil bu altın vuruş çabası.

İnsan başka bir kültürden olup böylesi filmleri izlediğinde kendi ermişleri ile perdedeki başka kültürün ermişlerini karşılaştırıyor ister istemez. Ve akla hemen bu nedenle meşhur münazaracı Merhum Ahmet Deedat geliyor şüphesiz. Kahramanımız şayet Müslüman olsaydı, filmde işin içine ‘hafızlık’ kavramı girmiş olsa bambaşka bir öykü çıkardı şüphesiz. İlahi kudretin yolladığı metinleri her anlamda içselleştiren bedenleri yok ederek bile, o metinleri yok etmek mümkün olmayacaktır. Buyrun buradan da Ashab-ı Suffa’ya bir yol gidiyor işte!

Öte yandan yapımcılarımız tıpkı bir önceki filmlerinde olduğu gibi, Hıristiyanlar için tek kutsal referans olarak dayattıkları Kral James edisyonu için de iyi niyet görmek mümkün değil. En önemlisi kahramanımız, kitabı elinden gittikten sonra aklında kalanları kaleme aldırırken yönetmenler aslında bugünkü İncillerin temel kaynağını da meşrulaştırma gayretine girişmiş oluyorlar. İncil dediğimiz kitap nihayetinde havarilerin anlatılarından oluşan metinler değil mi yani? Ha Matta, Luka, Yuhanna; ha Aziz Eli!

The Book Of Eli gibi filmleri izledikçe İslam dünyasının sanat konusundaki geri kalmışlığına bir kez daha yanıyor insan. Böylesine çarpıcı bir konu dramatik kurguyu da yerli yerine oturtularak Doğu kültürüne yaslanılarak anlatılabilse tüm dünyada ilgi çekecek birer başyapıt çıkarmak işten bile olmayabilir!

Malesef gerçeğin etrafında dolanıp, bir türlü esas meseleye giremeyen bahtsızların türbülansını görüyor ve hayıflanıyorsunuz.