TR EN

Dil Seçin

Ara

Hangi Şeriat?

Hangi Şeriat?

Kâinatta cari olan fıtrî şeriata uygun her tavır, vahiyle gelen tedvinî şeriatın da tasdikine konu olduğu halde, bizler, bu iki şeriatı birbirine rakipmiş gibi görebiliyoruz.

Doğru doğrunun rakibi değildir. Bir hakikat, diğer bir hakikati olsa olsa tamamlar ve takviye eder.

Sözgelimi, Allah’a iman, melâikeye imanı da gerektirir. Hadis, âyeti açıklar. Oruç, namazdaki ubudiyet tavrını sürdürür ve destekler.

Gelin görün ki, bizim dar akıllarımıza bir hakikat başka bir hakikatin rakibi yahut alternatifi imiş gibi görünebiliyor. Farkına varmadığımız bir gerçek bize söylendiğinde, onu, kendi gerçeğimizin reddi şeklinde yorumlayıp, hemencecik itiraz kalkanını ileri sürebiliyoruz.

Meselâ “iki şeriat” nüansında, bu yaklaşım hatasını rahatlıkla gözlemek mümkün. Kâinatta cari olan fıtrî şeriata mutabık her tavır, vahiyle gelen tedvinî şeriatın da tasdikine konu olduğu halde, bizler, bu iki şeriatı birbirine rakipmiş gibi görebiliyoruz.

Nitekim, kâinatı tefekkür yolundaki çağrılara karşılık, “şeriatı hâkim kılma” itirazını çokça duymuşuzdur. Nerede sineğe, böceğe, dağa, denize, güneşe bakarak Allah’ın âyetlerini düşünme çağrısı yapılacak olsa, hususan siyaset ve devlet ekseninde düşünen biri, “daha mühim meseleler”i hatırlatır. “İslâm âleminin bunca meselesi varken, sinekle-böcekle oyalanmamak”tan söz eder. Konuşma biraz daha uzayacak olsa, “Kur’ân’ın hükümlerini hâkim kılmak için çalışma” kabilinden sözler söyler.

Bu mantığın zımnen içerdiği bir problem mevcuttur. Sanki kâinat ve Kur’ân, iki ayrı alandırlar. Sanki kâinata bakmak, Kur’ân’a bakmaktan alıkoymaktadır. Sanki kâinatta cari fıtrî şeriatı anlamaya çalışmak, vahiyle gelen tedvinî şeriata sırtını dönmekle eş anlamlıdır. “Kur’ân’m hükümleri hâkim değil”ken, sinekle, çiçekle, böcekle meşgul olmak abestir, boştur, israftır sanki!

Ne var ki, bu eleştiri yapılırken, Kur’ân’ın değil tek tek âyetleri, sûre isimleri üzerinde tefekkür etmek dahi unutulmuş olsa gerektir. Birçok sûre, adını doğrudan doğruya kâinattan almıştır oysa. Bakara (inek), neml (karınca), nahl (arı), ankebut (örümcek), en’am (evcil hayvanlar), necm (yıldız), ra’d (gök gürültüsü) bunun açık bir örneğidir. Ve yalnız bu sûreler değil, bütünüyle Kur’ân, bize Bir ve Tek olan Rabbimize iman etme, yalnız Ona kul olma çağrısında bulunurken, kâinatı şahit tutmaktadır:

“Bakmazlar mı deveye nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara, nasıl dikildi? Yere, nasıl döşendi?”

“Çevir yüzünü semaya...” 

“Muhakkak, göklerin ve yerin yaratılmasında, günün ve gecenin ard arda gelişinde akıl sahipleri için âyetler vardır.” 

“Allah sivrisineği delil getirmekten hayâ etmez.”

“Bir yaprak bile, Allah’ın izni olmadan düşmez.”

“Onlar ayakta iken, otururken ve yan uzanıyorken Allah’ı zikredip, göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünerek, ‘Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın’ derler.”

Kur’ân’ın hükümleri arasında, işte bu mealdeki âyetler de vardır. Kur’ân bir “şeriat kitabı” ise, bu şeriatın emirleri arasında kâinat sayfalarını tefekkür de bulunmaktadır.

O yüzdendir ki, “çiçekle-böcekle” Rabbinin sanatını tefekkür namına uğraşan, Onun emrini uygulamaktadır. Kâinatı Kur’ân’ın fıtrî şeriatı ve vahiyle gelen şeriatın şahidi, delili ve doğrulayıcısı kılmaktadır.

Bu bakımdan “Şeriatı dünyamıza taşıyalım” diyenlere katılıyorum. Ama ikisini birden. Birini, diğerini ihmal vesilesi kılmaksızın.