TR EN

Dil Seçin

Ara

İnsanın Yaratılış Gayesi Nedir?

İnsanın Yaratılış Gayesi Nedir?

Birisinin evinde yaptığı bir takım tanzim ve düzenin gerekçelerini tamamen bilemezken, sonsuz ilim ve kudret sahibinin kainatta yaptığı icraatının bütün gerekçelerini bilmememiz, onların başıboş ve sahipsiz olduğu anlamına mı gelir?

Allah, insanın yaratılış gayesini ibadet olarak beyan ediyor:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”1

Demek ki, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, kâinatın yaratıcısını tanımak ve Ona iman ve ibadet etmektir. Hâlbuki materyalist ve ateist felsefeci ve evrimciler için hayatın bütün gayesi ve maksadı dünya hayatıdır.

Materyalist evrimcilere göre, bütün canlıların ve özellikle insanın yaratılış gayesi, sadece kendisine hizmet etmektir. Hâlbuki insanın yaratılışında kendisine bakan yaratılış hikmeti bir ise, yaratıcına bakan hikmeti doksan dokuzdur.

Nasıl ki bir ev sahibi evinin içinde istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. O evini, kendine göre bir takım gerekçe ve sebeplere göre belli bir düzene koyar. Onun evine verdiği şekil ve düzenin bir takım sebep ve gayelerini bizim bilemememiz normalse, Allah’ın, insan başta olmak üzere yarattığı varlıklarda kendisine göre bir takım sebep ve maksatlar, gaye ve hikmetler olacaktır. Birisinin evinde yaptığı bir takım tanzim ve düzenin gerekçelerini tamamen bilemezken, sonsuz ilim ve kudret sahibinin kâinatta yaptığı icraatının bütün gerekçelerini bilmememiz, onların başıboş ve sahipsiz olduğu anlamına mı gelir?

 

 İnsan maddî ve manevî en güzel şekilde yaratılmıştır

“İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emin beldeye yemin olsun ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna. Onlar için tükenmesi mümkün olmayan ecir vardır.”2

Allahu Teâlâ, insanı ruh ve beden kabiliyetleri bakımından canlıların en mükemmeli kılmıştır. İnsan, kendi iradesi ile kabiliyetlerini ya doğru yolda, yani Allah’ın istediği şekilde kullanarak en yüksek manevî makama çıkacak, ya da aksi yönü tutarak manen canlıların en aşağı mertebesine inecektir.

Bilgisayarın değeri, insana muhatap olmasından ve insanın sorularına cevap vermesinden kaynaklanır. Yoksa bilgisayarı sadece maddî olarak değerlendirmek ve birkaç kg demir ve bakalit vb olarak görmek, bilgisayarı anlamamak demektir.

İşte insan da böyledir. Onu, ateist ve pozitivist düşünürlerin yaptığı gibi, sadece maddî olarak değerlendirmek; et, kemik, kan ve dokulardan meydana gelmiş bir varlık olarak ele almak, onun hakiki değerini takdir edememektir.

İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiştir. Çok önemli kabiliyetler ona verilmiştir. Kabiliyetine göre ona önemli vazifeler yüklenmiştir.

İnsana verilen bütün acayip cihazlar, gerçekte bu dünya hayatı için değil, ebedî hayat için verilmiştir. Çünkü insan hayvana kıyas edildiği zaman görülüyor ki; insan, duygu ve cihaz yönünden hayvandan yüz derece fazladır. Ancak dünya hayatından lezzet alma yönünden yüz derece aşağıya düşmektedir. Çünkü akıllı olduğundan gördüğü her lezzetinde binler elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları onun zevklerini bozmakta ve her lezzetinde bir elem izi bırakmaktadır. Fakat hayvan öyle değildir, elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder. Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne gelecek zamanın korkuları onu ürkütür. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder.3

İnsanın değeri, kendisine verilmiş olan; akıl, fikir ve hayal gibi manevî cihazlar ile Allah’ı tanıması ve Onun bütün isimlerinin tecellilerine ayna olması ve bunların manalarını anlaması nispetindedir. İnsan, Allah’ın kendisine, başta iman olmak üzere verdiği bütün nimetlerle beraber, sevdiği ve muhabbet ettiği varlıklara da maddî ve manevî ikramlarını, inayetlerini ve ihsanlarını görüp takdir ve ibadetle mukabele ederek Allah’a muhatap ve dost olur ve böylece manen insaniyetin en yüksek mertebesine çıkar.

 

Kaynaklar:

1. Zâriyât, 56.

2. Tin Suresi, 95/1-8

3. Nursi, B. S. Sözler. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996, 23. Söz, s.323-329.