Yemek için mi yaşamalı, yoksa yaşamak için mi yemelidir? Gastronomi turizmi ile insanın yaratılış gayesi arasında nasıl bir ilişki vardır?
İşte bu soruların cevabını bulabilmek için öncelikle gastronomi, gastronomi turizmi, gastronom, gastro turist ve gurme kavramlarını inceleyelim.
Yeme-içme insanın temel ihtiyacı olmasına karşın gastronomi, yeme ve içmede estetik ve güzellik de arayan bir sanat olarak ifade edilmektedir. İnsan, diğer canlı varlıklardan farklı olarak en temel ihtiyacını bile gastronomi ile sanata dönüştürmüştür.(1)
Gastronom ve gurme kavramları, gastronomi bilimiyle ilgilenen, farklı özelliklerdeki kişilere verilen unvanlardır. Gurme, tatbilir, yemeklerin ve içeceklerin farklı çeşitlerinin tatlarını birbirinden ayırabilen, duyarlı damağı olan kişilere verilen isimdir. Gastronom ise aslında gurme olmakla birlikte, onda fazla bir özellik daha bulunmaktadır. Gurme, yalnız kendisi lezzet almak için yer içer, yani sadece kendi lezzetinin peşindedir. Oysa gastronom, başkalarına yol göstermek için araştırma yapar, yani bulgularından toplum için bilgi üretir. Gastronom merak eder, araştırır ve öğretir.”(2)
Gastronomi turizminin farklı bir mutfak kültüründeki yiyeceklerin tüketilmesi, hazırlanması ve sunulması, mutfağın, öğün sistemlerinin ve yeme biçimlerinin keşfedilmesi amacıyla gerçekleştirilen bir turizm şekli olduğu söylenebilir. Bununla birlikte özel bir yemeği tatmak, yemeklerin farklı üretim süreçlerini görmek veya ünlü bir şefin elinden yemek yemek yine bu kapsamda ele alınmaktadır. Gastronomi turizmine katılan kişilere “gastro turist” adı verilmektedir. Bu turist türü, bir bölgeye kültürel deneyim yaşamak amaçlı gelmekte ve o bölgedeki yerel kültürden, tarihi ve doğal kaynaklardan faydalanırken, aynı zamanda o bölgede yer alan yemekleri ve değişik tatları da tatmak istemektedir.(2)
Halife-i arz olarak tanımlanan insanın başlıca yaratılış gayesi “ilim ve dua vasıtasıyla ile tekemmül etmek”tir. Bütün bunları gerçekleştirebilmenin yolu ise Allah’ın (cc.) insana emaneten verdiği başta cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi görünen ve görünmeyen duyu ve duygularını Onun (cc.) rızası doğrultusunda kullanmaktır. Mesela dildeki tat alma duyusunu Allah’ın (cc.) rızası doğrultusunda kullanmak demek “rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkmak”(3) demektir. Nefis hesabına kullanmak demek ise “o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine inmek”(3) demektir.
İnsan tat alma duyusunu hedonist bir anlayışla nefsi hesabına değil de Rabbi hesabına çalıştırırsa, bir müfettiş edasıyla Rahmetin mutfaklarında pişen binlerce farklı lezzetleri tadar, kontrol eder ve yaratılışın ana gayesi olan tefekkür ve şükür görevini yerine getirir. Aslında dildeki bu tat alma duyusuna bu açıdan bakıldığında, lezzetler sadece cesedine ve midesine değil, aynı zamanda insanın özü olan kalbine, ruhuna ve aklına da mesajlar veriyor. Bu lezzetler insan ile Rabbi arasında bir sevgi bağına dönüşüyor. İnsanın kalbinde manevi çarkların dönüp, şükür ve tefekkür üretmesine vesile oluyor. İşte bu yaklaşım ve niyetle insan lezzet almak için de yiyebilir. Ancak bunun bazı şartları da vardır:(4)
• İsraf etmemek.
• Sırf şükür görevini yerine getirmek için yemek.
• İlahi nimetlerin çeşitlerini hissedip tanımaya vesile yapmak.
• Yenen şeyin meşru, yani helâl olması.
• Zillet ve dilenciliğe vesile olmaması.
• Bu ölçülerle tat alma duyusunu, şükürde kullanmak için leziz yiyecekleri tercih edebilir.
Acaba bunlar gastronomi turizmi çerçevesinde yerine getirebilir mi?
Bu açık uçlu sorunun cevabı kişinin niyetine ve uygulamasına göre değişmektedir elbette.
Konuyla ilgili Şeyh Abdülkadiri Geylanî Hazretlerinin iktisat risalesinde(4) geçen hatırasını dikkatlerinize sunuyorum:
“Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine. Bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan (az yemekten) zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ (şikâyet) için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızarmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:
“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”
Hazret-i Gavs tavuğa demiş:
“Kum biiznillâh!” (Allah’ın izniyle kalk!) O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş:
“Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.” (Geylânî, Gunyetü’l-Tâlibîn s. 502; Nebhânî, Câmiu Kerâmâtü’l-Evliyâ 2:203)
İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.
Öyleyse biz de diyebiliriz ki, madem sanat insanın cesedine değil ruhuna hitap eder; estetik midesine değil aklına bakar; o lezzetlerin manası ise nefsinden çok kalbine mesaj verir, Rabbinin rahmetini, sanatını anlatır; öyleyse insan da lezzetlere ruhu, aklı ve kalbiyle muhatap olmalıdır.
Madem ki Allah (cc.), insanı hassas duygularla donatıp, ona bir gastronom, gurme veya gastro turist olma yeteneği vermiştir; elbette insandan, lezzet almanın ötesinde bir şeyler bekliyordur.
Kaynakça:
1. A. Hatipoğlu, O. Batman (2014); The Effects Of Belıefs On Gastronomy-Turizm&Araştırma Dergisi (TURAR) Vol. 3-1 - pp. 1-20
2. A. Hatipoğlu, O. Batman (2014); Osmanlı Saray Mutfağı’na Ait Gastronomik Unsurların Günümüz Türk Mutfağı ile Kıyaslanması - Seyahat ve Otel İşletmeciliği Dergisi (SOİD) - Vol. 11(2) - pp. 62-74
3. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Altıncı Söz.
4. Nursi, Bediüzzaman Said, Lemalar, İktisat Risalesi