TR EN

Dil Seçin

Ara

Duymak Da Güzel, Duymamak Da

Duymak Da Güzel, Duymamak Da

Ne Güneş’in sesini duyarız, ne Ay’a düşen meteorların; ne ihtişamlı eteklerini sürüye sürüye gelip geçen kuyruklu yıldızların, ne de derin uzaydaki korkunç süpernova patlamalarının... Bize Güneş’in ısısı ve ışığı, Ay’ın ve yıldızların ise gecelerimizin koyu lacivert ve kadife teninde pırıldayan güzellikleri ulaştırılır sadece...

 

1600’lü yıllar falandı. Ve bugünkü Avrupa’da pek çok bilim adamı, türlü madenleri altına çevirmek için kibritiahmer, davul tozu ve güherçile kokan simyahanelerinde boşu boşuna ter dökmekteydi.

“Şüpheci Kimyager” Robert Boyle’nin de uzaktan bakıldığında onlardan pek bir farkı olmadığı sanılabilirdi. Fakat Boyle, öyle değildi, çok kafalı adamdı, bu kesin!

İrlandalı doğa filozofu, kimyager, fizikçi, mucit bilim adamı Robert Boyle. Modern kimyanın da kurucularından.

 

Bir ara kafayı, havası tamamen alınmış ortamlara, canlı cansız varlıkların nasıl tepki vereceğine taktı ve bu konuda pek çok deney yaptı.

Bu deneylerden birinde, köstekli saatini bir ipin ucuna bağlayarak, havasını almayı düşündüğü cam kabın içine sallandırdı. Saat tıkır tıkır çalışıyor ve tıkırtısı da, dışarıdan rahatça duyuluyordu.

Sonra, kabın içindeki havanın boşaltılmasına geldi sıra.. Bir pompa ile kabın havası bir güzel alındı. Saat hâlâ çalışıyordu. Bunu akrep ve yelkovanın hareketine bakan herkes görebilirdi, fakat sesi çıkmıyordu.

Boyle’nin havası alınmış cam bir kutunun içine koyduğu saatte görüntü vardı, fakat ses yoktu.

Robert Boyle, her ne kadar bir aralar, Kral IV. Henry’nin heykelini altına çevirmek gibi bir işle uğraşmışsa da, gerçekten kafalı adamdı. Ve havasız ortamlarda sesin iletilmediğini, oracıkta şıp diye keşfediverdi.

Bu ne demekti? Hava yoksa, ses de yok demekti!

İnsanlar konuşa konuşa anlaşabiliyor ise bu, havaya, sesi aktarma özelliği verildiği içindi.

 

Hava yoksa, ses de yok!  

Havanın, sesi iletebilme özelliği ile yaratılmış olması bizler için ne büyük bir nimet ise, sesin havasız—daha doğrusu boş—ortamlarda yayılmaması da, o kadar büyük bir nimettir!

Çünkü bu sayede, hemen tepemizdeki dev Güneş fırınının yanması sırasında çıkan sesleri ve o korkunç güneş patlamalarının hiçbirini duymayız.

Güneşin ısısı ve ışığı bize ulaşır ama sesi ulaşmaz! En dandik bir kömür sobası bile yanarken dünyanın gürültüsünü çıkarır! Siz bir de Güneş’in, sesinin—ısı ve ışığı gibi—bize ulaştığını bir düşünsenize! Bütün ömrümüzü, Toros Ekspresi ile Konya Ovası’ndan geçiyormuşuz gibi, bitmek tükenmek bilmeyen bir gürültü içinde sürdürecektik!

 

Bitti mi? Bitmedi!

Bize en yakın gök cismi olan Ay’a düşen meteorların gümbürtüsü yüzünden “Heybeli’den Mehtaba” çıkanların, kulak tıkaçlarını yanlarına almaları gerekecekti!

Hiçbir yazar, “Sessiz, yıldızlı bir geceydi..” diye bir cümle kuramayacaktı. Çünkü öyle bir gece olmayacaktı.

Ve muhtemelen bütün bunlara, Güneş Sistemi’nden gelip geçen kuyruklu yıldızların, meteorların seslerini de ilave ettiğinizde, Tıp Literatürüne “Kulak Tıkatmak” adında bir operasyon türü girecekti...

Ama bunların hiçbiri olmaz...

Gökyüzü, içinde olup biten onca devasa olaya rağmen sessiz ve pırıl pırıldır...

Ne Güneş’in sesini duyarız, ne Ay’a düşen meteorların; ne ihtişamlı eteklerini sürüye sürüye gelip geçen kuyruklu yıldızların, ne de derin uzaydaki korkunç süpernova patlamalarının...

Bize Güneş’in ısısı ve ışığı, Ay’ın ve yıldızların ise gecelerimizin koyu lacivert ve kadife teninde pırıldayan güzellikleri ulaştırılır sadece...

Allah, onların seslerini duyurmaz bize.. Çünkü ses dalgalarını, havasız ve boş ortamlarda yayılmasına izin vermez... 

 

Sesler denizi

Ses dalgalarını havasız ve boş ortamlarda yayılamayacak şekilde yaratan Allah, havayı da sesi yayabilecek şekilde yaratmıştır.

Böylece biz, seslerimizi birbirimize duyurabiliriz...

Böylece, bir ilkbahar sabahı, minik serçeler ile, bülbüllerin şarkılarını duyar kulaklarımız...

Annemizin sesini, babamızın sesinden; kardeşimizin ağlamasını gülmesinden; rahatlıkla ayırabiliriz...

Hava, sesimizin tüm özelliklerini hiç değiştirmeden ağzımızdan çıktığı gibi bizi dinleyenlerin kulaklarına kadar götürür..

Arkamızdan sesleneni, hiç görmeden tanıyıveririz... Onun hüzünlü mü, neşeli mi, kızgın mı olduğunu bile anlayabiliriz..

Hava zerreleri, kendilerine verilen emirden zerre kadar sapmadan işlerini yaparlar...

Bir sesler denizi gibidir hava, milyonlarca milyonlarca farklı ses, hesapsız hava molekülünün sırtında taşınır ve ağızlardan çıkan kelimeler, kulaklara böyle ulaşır...

 

Kulaktan kulağa oyunu

Hiç kulaktan kulağa oyunu oynadınız mı? Bizim çocukluğumuzda çok oynanan bir oyundu. Bilenler bilir, ben bilmeyenler için azıcık tarif edeyim.

En az on kişiyle oynanmalıdır ki tadı olsun. Bir araya gelinir, ip gibi sıralanılır. Sonra en baştaki, hemen yanındakinin kulağına biraz uzunca, biraz da zorca bir cümle söyler:

“Damdan düştü bir kurbağa kuyruğunu titretti bunu gören jandarma, mezar taşına şöyle yazın dedi…”

İkinci sıradaki üçüncüye, üçüncü dördüncüye… Ta en sondakine kadar bu cümle, kulaktan kulağa fısır fısır aktarılır. En sondaki ise kendisine fısıldanan cümleyi açıktan söyler ve komedi de işte o anda başlar. Çünkü zavallı cümlecik o ağızdan bu kulağa, bu kulaktan o ağıza gire çıka, perperişan olur.

Arada mutlaka birileri yanlış anlar ve yanındakine yanlış aktarır. Sonunda bakarsınız cümle değişmiş bir tuhaf olmuş:

“Damdan bir jandarma düştü kurbağanın mezar taşına!”

Şimdi hava zerrelerini düşünün. Ses dalgalarını taşıma görevi ile yaratılmış hava moleküllerini... Her bir hava molekülü arasında en az yüz moleküllük bir boşluk vardır. Ve her bir molekül, kendisine gelen sesi hiç değiştirmeden alır ve bir ötekine aktarır.

Bir odanın içinde konuşan iki kişinin sesleri birbirlerine milyarlarca milyarlarca milyarlarca molekül tarafından aktarıla aktarıla ulaşır. Sanki her birinin bir kulağı ve bir de ağzı vardır!

Ve tüm konuşmaları, tüm sesleri, birbirine karıştırmadan, yanlış yapmadan aktarırlar.

Ne bir eksiklik olur bu işlerde, ne de bir yanlışlık...

Ses dalgalarını havasız ve boş ortamlarda yayılamayacak şekilde yaratan Allah, havayı da sesi yayabilecek şekilde yaratmıştır.

Her ikisi de, bizler için hayat boyu şükredilmesi gereken büyük bir nimet ve gerçek birer mucizedir...