TR EN

Dil Seçin

Ara

Ölçü Biz Değiliz

Ölçü Biz Değiliz

“Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Fakat biz onu belli bir miktarla (ölçüyle) indiririz.” (Hicr Suresi, 21) Rahatla anlaşılabilecek nice gerçeklerin büyük engeli: “İnsanın İlâhi hakikatleri değerlendirirken kendini ölçü alması.” Bu büyük hastalık, şu gerçeği unutmaktan kaynaklanıyor: “Vâcib-ül Vücud zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’alinde de benzemiyor.”

“Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Fakat biz onu belli bir miktarla (ölçüyle) indiririz.” (Hicr Suresi, 21)

 

Rahatla anlaşılabilecek nice gerçeklerin büyük engeli:

“İnsanın İlâhi hakikatleri değerlendirirken kendini ölçü alması.”

Bu büyük hastalık, şu gerçeği unutmaktan kaynaklanıyor:

“Vâcib-ül Vücud zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’alinde de benzemiyor.”

Allah’ın zatını ancak kendisi bilir. Ama, o mukaddes zatının mahlûkata benzemediğini, Kur’an haber verdiği gibi her akl-ı selim de tasdik ediyor. Ayette şöyle buyrulur:

“Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur. O, hakkıyla işiten, kemâliyle görendir.” (Şûrâ Sûresi, 11)

Hâdis ve fâni olanlar, yani sonradan yaratılan ve sonu bulunanlar, Kadîm ve Bâki’nin, ezelî ve ebedînin misli olamazlar.

Keza, sınırlı sıfat sahipleri, bütün sıfatları sonsuz olana benzemezler, O’nun misli gibi olamazlar.

Bütün İlâhî fiiller sıfatlara dayandığına göre, Allah’ın fiilleri de mahlûkatınkine benzemez.

...

Şu varlık âleminde bu hakikatin çok örneklerini görüyor ve biliyoruz:

Arının zatı ipek böceğine benzemediği gibi, özellikleri ve işi de benzemez. Bu bal yapar, o ipek örer.

Denizin zatı ormana benzemediği gibi, onda yetişen balıklar da ceylanlara, aslanlara benzemezler.

Cebrail’in zatı Güneşe benzemediği gibi, vahiy getirmesi de ışık vermeye benzemez.

Aklın kendisi mideye benzemediği gibi, bir problemi çözmesi de midenin hazmetmesine benzemez.

Bu birbirinden farklı mahlûkların zatları gibi, sıfatları ve fiilleri de birbirine benzemediğine göre, elbette bunların tümünü yaratan, varlığı “vacip, kadim ve bâki”, sıfatları “sonsuz, mutlak ve muhit” olan Allah’ın işleri ve sıfatları da, “sınırlı, fani ve hâdis” olan mahlukatınkilere benzemeyecektir.

...

Bu vecizenin devamında geçen şu cümle söz konusu hakikati ispat ediyor:

“Çünki Vâcib-ül Vücud’un kudretine nispeten, yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, ferd-nev’, cüz’-küll aralarında fark yoktur.”

Sadece “sonsuz” kavramını bile iyi düşünsek, bu gerçeği rahatlıkla anlarız. Sonsuza göre, az-çok, büyük-küçük farkı yok. Sonsuzdan “bin” de çıkarsanız, “yüz milyar” da çıkarsanız sonuç yine sonsuzdur. Aslına bakılırsa, sonsuzdan bir şey çıkmaz; biz çıkardığımızı sanırız; o ise sonsuz olmaya devam eder.

Allah’ın bütün sıfatları sonsuzdur; ne kadar mahlûk yaratırsa yaratsın, o sıfatlarda hiçbir değişiklik olmaz.

“Vâcib-ül Vücud’un kudretine nispeten” ifadesi büyük önem taşıyor. Yanılmaların çoğu, kâinattaki akıl almaz icraatları düşünen kişinin, onları Allah’ın kudretine nispet etmek yerine, kendi güç ve kuvvetini ölçü olarak düşünmesinden kaynaklanıyor.

Adam soruyor:

“Cenâb-ı Hak her yerde hazır ve mekândan da münezzeh diyorsunuz, bu nasıl oluyor?”

Kendisi söylemese de bu sorunun altında yine aynı hatanın yattığını görüyoruz:

Kendini ölçü almak.

Yani, soru sahibi “Bu nasıl olur?” diyor, “Halbuki ben bir anda ancak bir yerde bulunabiliyorum.”

Düşünmüyor ki, kendisi katı, maddî ve kesif bir varlık. Allah’ın ise bir ismi Nur, bütün sıfatları ve isimleri nuranî…

...

Bediüzzaman Hazretleri, On Altıncı Sözde, Allah’ın Nur isminin kesif bir aynası olan güneşi misal vererek bu meseleyi harika bir şekilde aydınlatmış.

Güneş, gözlerimize, evlerimize, aynalarımıza sırayla ışık vermiyor; hepsine birlikte ve aynı anda giriyor.

Çiçekleri, ağaçları, denizleri, ırmakları sırayla ziyaret etmiyor; hepsiyle birlikte ve aynı anda görüşüyor.

Büyüğü aydınlatırken bir zorluk çekmediği gibi, küçüğü aydınlatırken de bir rahatlık duymuyor; hepsini aynı kolaylıkla aydınlatıyor.

Onun için uzak-yakın farkı yok, uzaktakiyle de yakındakiyle de birlikte görüşüyor.

Daha bunlar gibi çok dersler o Söz’de birlikte sunulmuş. Ve bu harika misalin sonunda, bir mahlûk olan ve kendisinde Nur isminin bir gölgesi bulunması cihetiyle bu özelliklere sahip kılınan güneşin, böyle sayısız işleri birlikte yapmasını dikkatle değerlendirerek, İlahi sıfatların bütün eşyada aynı anda, birlikte, uzak-yakın, büyük-küçük fark etmeksizin aynı kolaylıkla icraat yaptıklarına bakmamız isteniyor.

Demek ki, güneş sadece yolumuzu göstermekle kalmıyor, bize bu ince, derin ve uzak hakikatleri kolayca anlamamız için de yol gösteriyor.

...

Yine Nur Külliyatından “Hüve Nüktesinde” de hava unsurunun, ses naklinden, kanımızı temizlemeye, bitkilerin tozlanmasına kadar nice işleri birlikte yaptığı güzelce gözler önüne seriliyor. Burada verilen mesaj da aynı:

Allah’ın bir mahluku, bu kadar işi karıştırmadan, birlikte ve son derece kolay icra ederse, ona bu görevi veren ve bu kabiliyeti takan Allah’ın, sonsuz ve mutlak sıfatları elbette bütün âlemleri birlikte yaratır, beraber terbiye eder; kalabalıklar o sıfatları yoramayacağı gibi, fertler de rahatlatacak değildir.

...

Geliniz, nefsimizi aldatan bu büyük hatayı ruh dünyamızdan hep birlikte silip atalım. Bunu başarmak aslında çok zor değil. Kendimizi doğru değerlendirsek bu problemi rahatlıkla çözebiliriz.

Biz kendi cüz’i irademizle bir anda ancak bir şey irade edebiliyoruz. İrademiz cüz’i olunca kudretimiz de, diğer sıfatlarımız da cüzi faaliyet gösterebiliyor, sırayla iş görüyorlar.

Gücümüzü bir anda iki işe veremiyoruz, çünkü bir anda iki iş yapmayı irade etmiş değiliz; kudret ise iradeye rağmen bir iş göremez.

Bir anda iki ayrı yöne bakamıyoruz. Bir anda iki ayrı kelimeyi konuşamıyoruz. Bir anda iki ayrı olayı birlikte hatırlayamıyoruz.

Biz bütün bu işleri ancak sıra ile yaparken, bir de bakıyoruz, bedenimizde yüz trilyon hücre beraber çalışıyor, iç organlarımız bir fabrika gibi birlikte işliyorlar. Saçlarımız, tırnaklarımız birlikte uzuyorlar.

“Bu nasıl oluyor?” diye soruyoruz kendi kendimize ve cevabını gecikmeden veriyoruz:

“Bu işleri ben irade etmiyorum ve ben yapmıyorum da ondan.”

İşte, bedenimizde bizim ilim, kudret ve irademiz dışında bu kadar çok işi birlikte yapan ve yaratan kudret, ağacın yapraklarını da birlikte büyütüyor, güneşin gezegenlerini de birlikte döndürüyor, yıldızları da birlikte tutuyor, düşmelerine engel oluyor.

Cansızlar âlemi bir yana, sadece canlıların bir milyon altı yüz bin türü var. Bu kadar çok ve birbirinden bu kadar farklı varlığı, zatlarıyla, özellikleriyle, işleriyle birbirinden farklı yaratan Cenâb-ı Hakk’ın fiillerini idrak etmek bu aciz insanın takatini çok aşar.

İnsan, bu gerçekten gaflet edince, İlahî icraatları düşünürken kendi işlerini esas alıyor ve yanılıyor.

Arı yapmak Allah’ın bir tek işi. Arı üzerinde nice bilim adamları, ne kadar araştırma yapmışlar, makaleler yazmışlar.

Hücre yapmak ayrı bir işi, bu konuda da ciltlerle kitap yazılmış.

Her türden ağaçlar, çiçekler, meyveler yapmak, toprak yapmak, su yapmak, hava yapmak, demir yapmak, bakır yapmak, melek yapmak, cin yapmak ve nihayet insan yapmak Allah’ın ayrı ayrı fiilleri…

Bunların hiçbiri insanın yaptığı işlere benzemiyor.

...

Üstadın “Kelimât-ı Kudret” ifadesinin ışığında bir noktaya daha kısaca değinelim:

Kelimelerin suretleri birbirinden farklı olduğu için manaları da farklıdır. Suretleri “zat,” manaları “sıfat” olarak değerlendirebiliriz. Zatları birbirine benzemeyen bu farklı kelimelerin sıfatları da benzemediği gibi, hiçbir kelimenin ne zatı, ne de sıfatları kâtibininkine benzemez.

“Kelimat-ı kudret” terkibi, bize bu noktada büyük bir ufuk açıyor. Her mahluk, Allah’ın bir kudret kelimesidir. Allah’ın zatı, bu kelimelerin hiçbirine benzemediği gibi, O’nun mukaddes sıfatları ve fiilleri de onların sıfatlarına ve işlerine benzemez.

Bu gerçekten gaflet edenler, ruh dünyalarını hurafelere, bâtıl inançlara veya inançsızlığa açmış olurlar.