TR EN

Dil Seçin

Ara

Sevgi ve Korkuda Ölçü

Sevgi ve Korkuda Ölçü

Akıl ve kalb birlikte derler ki, gözü yaratan ve onda görme duygusunu var eden kim ise, Onun razı olduğu şeylere bakılmalıdır. Aynı şekilde, mideyi ve onun ihtiyacı olan rızıkları yaratan kim ise, Onun izin verdiği şeyler yenilmelidir.

Kalbi kim yaratmış ve ona sevme kabiliyetini kim vermiş ise, bu his Onun dediği gibi kullanılmalıdır. 

Çok şey gibi, sevginin de mecazî ve hakiki olanları var... Konumuz açısından mecaz; “haddini tecavüz etmiş, yolunu şaşırmış, yanlış kullanılan” demektir.

Kalbin, yaratıcıyı sevmesi hakiki muhabbet, Ondan gaflet ederek doğrudan doğruya mahlûkata gönül bağlaması ise mecazî muhabbettir...

Bediüzzaman hazretlerinin çok hakikatleri aydınlatan o harika güneş misali bu konuya da tatbik edilebilir:

Aynayı sevmek veya güneşin aynadaki aksini sevmek mecazî aşktır. Hakikî aşk ise güneşi sevmektir.

Bir ağaç da Rezzâk isminin bir aynası gibidir, ondan çıkan meyveler ise o güneşin ışığını andırır. Bu ışıklar Rezzâk isminin nûrundan gelmektedir. Bunları doğrudan sevmek mecazî bir aşktır. Aşk-ı hakiki, Rezzâk ismini sevmek, ağacı ve meyveyi de o isme ayna oldukları için sevmektir.

Nur Külliyatı’ndan bir hikmet dersi:

“İnsanın havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık’a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise elim bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi belalı bir musibettir.” (Bediüzzaman, Sözler)

İnsanın ya doğru, ya yanlış konuşması gibi, korku ve sevgi hisleri de ya mahlûkat âlemine, yahut Hâlık’a müteveccih olacaktır. Yani insan ya mahlûklardan korkacak ve onları sevecektir; yahut Allah’tan korkacak ve Ona muhabbet edecektir.

“De ki, “Eğer Allah’a muhabbet ediyorsanız bana ittiba edin, tâ ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran, 31) âyet-i kerîmesi Allah sevgisine bir ölçü getirmiştir. Allah’ın zâtı hiçbir mahlûkuna benzemediği gibi onu sevmek de mahlûkatı sevmeye benzemez. Burada ölçü Allah’ın elçisine (asm) ittiba etmek, ona benzemeye çalışmak ve onun gittiği yoldan gitmektir.

Âyet-i kerîmelerden, Allah korkusunun da başka korkulara benzemeyeceğini öğreniyor ve bunun ölçüsünün de “takva” olacağını anlıyoruz. Yani Allah’tan korkmak, ancak takva yolunu tutmakla olur. Allah’ın razı olmadığı ve yasakladığı her şeyden uzak duran kimse korkunun hakikatine ermiş demektir. Artık bu kul, mahlûkattan korkmaz. Zira bir ayette haber verildiği gibi, bütün varlıklar Allah’ın ordularıdır. Hiçbir şey Onun emri ve izni olmaksızın insana zarar veremez. 

Şu var ki, insanlara cüz’i irade verildiği ve bu dünya imtihanında hem hayrı hem de şerri işlemede serbest bırakıldıkları için insanlardan gelecek zararlara karşı her türlü tedbir noksansız olarak alınmalı, daha sonra Nas Sûresinde ders verildiği gibi, “bütün insanların Rabbi, Meliki ve İlâhı” olan Allah’a sığınılmalı, Ondan yardım istenmelidir.

“Hâlbuki halktan (yaratılmışlardan) havf ise elim bir beliyyedir”

İnsanlardan gelecek muhtemel zararları, yahut tabiat olaylarının eliyle uğranılacak musibet ve felâketleri sürekli düşünen ve korkan insan, büyük bir belaya düşmüş demektir.

Her konuda olduğu gibi burada da temel prensip şudur: “Vazifeni yap vazife-i İlâhiyeye karışma.”

Biz menfaatleri celbetmekte olduğu gibi, zararları defetmekte de sadece kendi irademiz dahilinde olan tedbirleri almakla yükümlüyüz. İlâhî rahmete mazhar olmak ve yine İlâhî azaptan kurtulmak için neler yapmamız gerekiyorsa bunları hakkıyla yerine getirmeliyiz. Bundan sonraki safhada bize düşen tek görev “Kaderin her şeyi güzeldir” deyip, her türlü neticeyi rıza ve memnuniyetle karşılamaktır.

Zelzeleden korkmak yerine arzın Rabbinden korkmak, fırtınadan korkmak yerine hava unsurunun malikinden korkmak ve Ona isyandan uzak durmak gerekir.

Keza, ölümden korkmak yerine Mümit (ölümü yaratan) olan Allah’tan korkmalı, emirlerine dikkatle uyup, yasaklarından hassasiyetle kaçınmalıyız. 

O zaman korku hissimizi hakiki manada kullanmış oluruz.