TR EN

Dil Seçin

Ara

Şehir Benim Neyimdir?

Şehir Benim Neyimdir?

Adına ister şehir, ister kent, isterseniz anakent deyin fark etmez. Asıl olan insandır. İnsanlar şehirler için değil, şehirler insanlar içindir. Şehirler, insanların mekâna ve maddeye yansımasının görünen kısmıdır. Aileye göre ev ne ise, topluma göre de şehir odur. Tıpkı evlerin kapıları olduğu gibi, şehirlerin de kapıları olmaz mı?

Adına ister şehir, ister kent, isterseniz anakent deyin fark etmez. Asıl olan insandır. İnsanlar şehirler için değil, şehirler insanlar içindir. Şehirler, insanların mekâna ve maddeye yansımasının görünen kısmıdır. Aileye göre ev ne ise, topluma göre de şehir odur. Tıpkı evlerin kapıları olduğu gibi, şehirlerin de kapıları olmaz mı?

Şehir insanın kendine ve hemcinsine verdiği değerin göstergesidir. İnsanların yığın değil, yumak olabildiği mekânlardır. Dantel misali örgülerin serildiği yaşamın diğer adıdır. Şehrin planı, insanın iman planındaki duruşunu yansıtır. Kiminin imanı sadece dünyaya dairdir ki, “Ey Rabbimiz bize dünyada ver” (Bakara, 200) derler ve şehirlerini sadece dünya için inşa ve imar ederler. Batı şehirleri gözümüzün önünde bu fani gerçeği yaşatmaktadırlar. Fakat bu zihniyetteki şehirlerin “Ahiretten hiç nasipleri yoktur.” (Bakara, 200)

Şehirlerin imanı var mıdır diye sormayın. Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Bağdat, Kurtuba ve İstanbul deyince akla ne gelir? İmanın şehirleri olmaz demeyin, imanın şahidi olan veliler diyarı şehirler dahi, makberleriyle yaşamıyor mu günümüzde… Ne zaman ki şehirler kalbî ve fiilî imanı yitirdi, çeşitli hastalıklara mustar oldu. Şehirlerimizin kalbi maalesef hasta, kalbi nedir derseniz: şehrin kalbi insandır. Şehir, sanal ışıkların süslediği yerler değil, nûrun aydınlattığı yerleşim yerleri olmalıydı. Hakka varan yollarının kapalı ve engelli olduğu şehirlerdeki caddeler, insanı hedefine ulaştıramamaktadır.

Şehirler, tatminsizlik ve israf yarışının kibri zirveye taşıdığı yerler olmamalıdır. Şehirlerin sevgi ve merhamet duyguları kaybolmuşsa, “kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen” (Araf, 179) şaşkın ve gafil olmaları kaçınılmazdır.

Yeryüzünde Batının şehirleri, tam anlamıyla dünya için elden geleni ortaya koymaktadırlar. İslam’ın şehirleri diyebileceğimiz, “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru,” (Bakara, 201) duasının yaşanabileceği şehirlerimize maalesef sahip değiliz.

Şehir ne vilayetin, ne belediyenin, ne de seçmenin uhdesine teslim edilemeyecek kadar sorumluluk gerektiren bir anlayışındır. Şehir hak ve adaletin, iffet ve ticaretin, eğitim ve yönetimle buluştuğu, ezan sesinin vardığı yere kadar, ezanın ruhu olan kulluğun özümsendiği “kutsalımızdır.” Şehirler, ezan ve mezarlık arasındaki yaşamın adımları, lokmaları, sorumluluk ve haklarıdır. Şehirlerin suçları ve faziletleri vardır. Suçlu şehirler helakin örneği; faziletli şehirler de geleceğin gülleridir.

Kur’an’ın çeşitli soru kalıplarından biri de, “şehirlere sor” cümlesidir. Sanki muhatap şehirmişçesine, “şehre sor” denilmektedir. Altmışa yakın ayette “karye” geçmektedir ki, köy değil anakent veya gözde belde anlamındadır. Resuller de şehirlere gelmedi mi?..

Şehirden almalı haberi, medeniyeti öğrenmek istiyorsak. Zâlim olan karyeden, âdil sonuç beklenmez ki mutlu olalım.

Nasıl ki iman, önce vermek, sonra almaksa, şehirler de kendilerine verildiği ölçüde insana huzur verirler. Şehre vermeye gelinir; vereceği olmayanın gelişi yağmacılıktan başka bir şey değildir. Şehre gelmek borçlu olmaktır. Medine demek, borcun din olduğunu idrak etmektir. Borç, bâtıl yolda olursa, o beldeye Münevver Medine denir mi? Hak borcun olduğu ve ödeneceği yere Medine-i Münevvere denir.

Şehirler amel-i salihlerimizin uygulanma mekânıdır. Dinin kutsalı ne evdir, ne de şehirdir. İnsanın bulunduğu tüm alanlardır. Şehirler yürüyüşümüzden ki, “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin,” (İsra, 37) hitabıyla evden çıkışımızla başlar ve “Kârûn, ziyneti ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı,” (Kasas, 79) örneğiyle kibrin sonucunu bizlere öğütler. Şehir, insanları iman ve amellerimize şahit tutuşun diğer bir delilidir. İnsan haklarının, insanlar sayısınca arttığı şuuruna ermektir. Sorumluluğumuzu ‘ben’ merkezinden ‘biz’ merkezine çekmektir. Egolarını ilahlaştırmış şehirler, secde edemedikleri müddetçe kibrin tutsağıdırlar.

Şehir sadece mimari, cami ve asma altı değildir. Şehir güler yüzlerin, selamın ve komşu şuurunun dalga dalga yayıldığı mekânların özü olmalıdır.

Her günahın tevbesi olduğu gibi, şehirlerimizin medeniyetsizliğine nasıl ve ne zaman tevbe edeceğiz!.. Şehirlerimiz maalesef özürlü, tedaviye ihtiyaçları var. İnsan hasta olduğunu bilir, fakat tedavisini çoğu zaman kendi başaramaz. Hastalığı hepimiz biliyoruz, tedavi nasıl olmalı işte işin zoru budur. Öncelik insana verilmeli ki, şehirler imha değil ihya olsun. Şehirlerimiz ölüdür desem inanır mısınız? Diri odur ki, hayat vere ve hayat bula. Hayatı yaşanılmaz ve yalnız kılan şehirler ölümden de zordur. İnsanlar şehirlerde mağaradaki yalnızlığı yaşıyorsa bunun sorumlusunu bulmalıyız. Sorumluyu Âdem ve eşi misali, biz diyerek başlamalıyız. İblisçesine senin sebebinle diyerek başkasını suçlamayı bırakmalıyız.

Tüm şehirler “şehirlerin anası Mekke”nin Rabbine dönmedikçe, korku ve açlıktan emin olamaz. Açların olmadığı ve her türlü korkunun yok olduğu beldelerdir bizim şehirlerimiz. Kapkaç sadece eşyaya değil, iman ve amele de yapılıyorsa oranın adı şehir de olsa bizim için hiçbir anlamı yoktur.

İnsan vücut kentine hükmedemiyor ve aile metropolüne sahip çıkamıyorsa bilin ki şehrimiz ızdırap içindedir. İnsanı ihmal eden ve birbirinden uzaklaştıran ne varsa plan ve projesini değiştirmeliyiz. Neden mahalle olamadık sorusunun cevabını bulamayanın, şehir olması mümkün değildir. Kaç isim tanıyoruz mahallede, kaç komşu var ziyaretimizde ve güven var mı semtimizde? Siteler içine mahkûm olmuş yarı açık cezaevi mantığındaki yaşam şehir değildir.

Müsrif şehir değil, mütevazı şehir sahibi olmalıyız. Şehirden kazanıp şehre harcayan değil, kendine yeten olmalıyız. Beş yıldızlı huzur evleriyle değil, günaha çanak tutan yapılarıyla değil, manasız koşuşun yorgunluğuyla değil, insanca ve insana hizmet eden duruşuyla şehirler imar etmeliyiz.

Köftesiyle, kabağıyla, patatesiyle değil, insan unsuruyla anılmayı arzu etmeliyiz. Birbirine hoş geldin demeyen, hal ve hatırını sormayan, güven ve emanet problemi yaşayan insanlar, teknolojileriyle mutlu olamazlar ki, şehirlerine sahip olsunlar. Ne mukim ahlâkına, ne de misafir edebine sahip olamayışımız bizi medeniyetsiz şehirleşmeye götürdü. Çocuk yuvalarının arttığı, köprüden sokağa çocukların yayıldığı, sığınma evlerinin gizlice inşa edildiği ve gölgelerden korkar hale geldiğimiz şehirler sahi bizim mi? Eğer bizimse, biz kiminiz? Münkirin korkusuzca ve hayâsızca işlendiği, marufun unutulmaya yüz tuttuğu şehirler yüz karamız değil de neyimizdir.

Şehrimizde sürgün hayatı yaşıyorsak, derhal vatanımıza dönmelidir. O vatan ki imandır, salih ameldir ve sevgiyle merhamet yarışıdır. Şehirler evlerimizin dış duvarlarıdır. Evlerimizi manen yıktıysak, maddi yıkım yakındır.

Vatanı aslî, vatanı ikamet ve vatanı sukna tabirleri vardır, fıkhın sefer bahsinde. Dikkat edilecek olan ise hepsinin ortak noktası “vatan” olmasıdır. Vatan odur ki, imanla beraber yaşanan yerdir. Mümin de o kimsedir ki, hangi vatanda olursa olsun vatanının hakkını vermelidir. Şehrin mezarlığı ve son noktası bilinmeli ki, sefer hükmü uygulansın. Şehrini tanımayanın fıkhı olur mu? Şehir fıkhını bilmek ve ihsan üzere ihlâsa ermek için son bir soru; şehir benim neyimdir?