İnsanlar düşüncelerini genellikle geçmiş bilgileri ve tecrübeleri ile sınırlarlar. Beş duyuları ile bizzat tecrübe etmedikleri şeyleri kabul etmekte zorlanırlar. İnsanlığın çok sayıda gözlem ve deneylere dayalı olan ve test ve teyid edilerek süzüle süzüle gelen genel birikimleri de ‘kanun’ olarak ifade edilir.
Örneğin devri daim makinelerinin daha baştan önünü kesen ve onlara hayat hakkı tanımayan enerjinin korunumu kanunu, bu tür fizik kanunlarından biridir. Ancak bu evrensel kanunlar ve prensipler bazı incelikleri örtebilir ve gözden kaçan o inceliklerin derinliklerinde çok daha muhkem kanunlar gizlenmiş olabilir. Örneğin klasik fiziğin temelini oluşturan Newton kanunlarına göre zaman ve mekân bağımsızdır ve yerdeki bir kişinin saati ile 1000 kilometre/saat hızla giden bir uçaktaki saat aynı zamanı gösterir. Yani makro evrendeki gözlemler Newton kanunlarını doğrular. Ancak ışık hızına yaklaşılınca zaman yavaşlamaya başlar. Saatte 30 bin kilometre hızla dünya etrafında dönen bir uyduda bile hızdan kaynaklanan zaman farkı dikkate alınmak zorundadır. Yani çok yüksek hızların söz konusu olduğu durumlarda olaylara klasik Newton fiziği kurallarıyla değil Einstein’in modern izafiyet teorisi prensipleriyle bakmamız gerekir–bunun nasıl böyle olduğunu pek anlamasak da. Einstein’ı modern fiziğin babası yapan zamanın mekâna bağlılığı olayı, çağımızda artık sıradan bir bilimsel gerçek olmuştur.
Aynı anda birden çok yerde olmak
Keza, yine tecrübelerimizle sabittir ki, bir elma aynı anda ancak bir yerde olabilir. Buzdolabındaysa masada olamaz, eğer masada ise demek ki artık buzdolabında yok (keşke olsaydı; o zaman ailelerin bütçeleri baya rahatlardı). Fakat atom altı parçacık seviyesine inince bu en temel gerçeklik de çökmeye başlar. Örneğin parçacık fiziğinde en klasik deneylerden biri elektronun üzerinde iki delik bulunan bir kâğıdın bir tarafından diğer tarafına her iki delikten aynı anda geçerek gitmesidir–bir kişinin içeriye bir evin iki kapısından aynı anda girmesi gibi. Yani bir şey, aynı anda birden fazla yerde olabilmektedir.
Aklımızın almakta zorlandığı ‘aynı anda birden çok yerde olma’ olgusu, modern fizikte kuantum mekaniğinin en temel kavramlarından biridir. Varlığa sırf madde gözüyle bakınca ve maddedeki zaman ve mekân sınırlamalarını dikkate alınca bunu anlamak gerçekten zordur, ve Einstein gibi dahiler bile bunu uzun süre kabullenememişlerdir. Bir anda çok yerde olma realitesini anlamanın yolu, nuraniyeti ve onun maddede bir yansıması olan letafet kavramını anlamaktan geçer.
Evrendeki kanunlar nuranîdir
Aklı gözüne inmiş maddeci yaklaşım, varlığı, ancak laboratuvara sokarak deneylere tâbi tutup, ölçümler alabildiği şeylerle sınırlar. Bu maddeci yaklaşım, eski önyargılarını kırıp yeni bir açılım yapmayı reddetmekte ve tezatlar içinde bocalamakta ısrar etmektedir.
Halbuki fizik kanunlarına tâbi olmamayı ve dolayısıyla zaman ve zemin üstündeliği temsil eden nuraniyetin bir varlık boyutu olarak kabulü (daha doğrusu kabulünün cesaretle ve dürüstçe itirafı), fizik biliminin de önünü açacaktır. Enteresandır ki, varlığından hiç kimsenin şüphesi olmadığı yerçekimi gibi fizik kanunları bile nuranîdir ve hiç bir yerde olmadıkları halde heryerdedir. Katı maddeci yaklaşım fizik kanunlarının varlığını kabul ettiği sürece–ki aksi düşünülemez–nuraniyet kavramını zımnen de olsa kabul etmiş olmaktadır. Aksini iddia iki yüzlülüktür ve objektif olması gereken bilimsel yaklaşımla bağdaşmaz.
Fizik bilimi, varlığı madde ile sınırlayan materyalizm ideolojisinin kıskacından kurtulup bağımsızlığına kavuşmayı başarabilirse, tüm tecrübelerle varlığı sabit olan iradeyi de inkâr etme garabetinden kurtulup gerçeğe bir adım daha yaklaşmış olacaktır. Nehre atılan biri ölü diğeri canlı iki insanın nehirdeki hareketleri arasındaki fark, fizik üstüdür. Çünkü ölü cesedin hareketini tamamen fizik kanunları belirlerken, canlı insanın hareketini fizik kanunları ile fizik üstü irade boyutunun bileşkesi belirlemektedir. Bu örneğin doğruluğunu kabul edip–ki aksini iddia söz konusu değildir–fizik üstülüğü inkâr etmek bilimsellik değil, bilimsel körlüktür ve hatta bilimsel bağnazlıktır.
Letafet ve kesafet
Varlıklardaki birçok sırrı ve bazen aklın almakta zorlandığı garip halleri anlamak için, letafet (lâtiflik, nuranîlik, incelik, hafiflik, ışıklılık, havailik) ve kesafet (katılık, madde-yoğunluk, ağırlık, sertlik, kütlük, zulmetlik, karanlıklılık) kavramlarını iyi anlamak gerekir.
Zira materyalist felsefenin rağmına, bildiğimiz tüm fizikî varlıklar aslında letafet-kesafet karışımıdır ve dolayısıyla değişen oranlarda lâtif ve kesif yönleri vardır. İnsanlarda bile kadın ve erkekler madde yani kesif malzeme olarak aynı olmalarına rağmen kadınlara, letafet, zerafet, nezafet ve nezaketlerinin ön plana çıkmasından dolayı cins-i lâtif denmiştir. O yüzden cins-i kesif olan erkeklerde pek de göze batmayan kaba saba hareketler, kadınlarda melekliğe has letafetle bağdaşmadığı için çirkin düşmektedir. İnsan dahil tüm varlıklara ‘kesif birer madde külçesi’ veya ‘bir torba atom yığını’ olarak bakan karanlıklı felsefenin kulakları çınlasın. Ve ‘Bir ben vardır bende benden içeri’ diyen Yunus Emre’nin ruhu şad olsun.
‘Tanrı parçacığı’
Maddenin yapıtaşları olan elektron ve nötrino gibi atom altı parçacıklar isimleri ‘parçacık’ olmasına rağmen daha ziyade dalga özelliği gösterirler ve onlara bir yer isnat edilemez. Âdeta bir anda belli bir dağılım prensibine göre çok yerdedir. O yüzden atom altı dünyada kesafetten ziyade letafet yani nuraniyet hâkimdir.
Zaten maddenin varlığının kaynağının nuranî bir Yed-i Kudret’in ihtizazatı olduğu dikkate alınırsa o mikroevrende nuraniyetin esas olması hiç de şaşırtıcı değildir. Problem parçacıkların açıkça gözlenen letafetinde değil akılların kesafetindedir.
Evrenin en temel yapıtaşı olduğu öne sürülen ve CERN’deki ışık hızına yakın hızlarda çarpıştırılan parçacıklarla yapılan deneylerde gözlemlenmesi ümid edilen Higgs parçacığına bilim dünyasında vicdanlara yansıyan bir mana olarak ‘Tanrı parçacığı’ isminin verilmesi de manidardır.
Nuraniyetten gelerek kesafete yönelmiş böyle nim-nuranî bir parçacığı gözlemlemek ve hele onu idrak etmek oldukça nurlanmış bir aklı gerektirmektedir. Henüz aynı anda iki delikten birden geçen elektronun sebep olduğu kafa karışıklığını giderememiş parçacık fizikçilerinin işi gerçekten zor. Belki nuraniyetten gelen bu parçacık birçok aklın nurlanmasına sebep olacaktır. Parçacıkların tarlası olan nuranî kaynaktan uzaklaştıkça ve parçacıklar birleşip daha büyük parçacıklar ve demir gibi ağır atomlar oluştukça kesafet peyda olmakta, ve zaman ve mekân sınırlamalarının söz konusu olduğu şehadet âleminin kuralları geçerli olmaktadır.
Lâtif ruh ve kesif beden
Taş ve demir gibi cansız maddelerde kesafet esastır. Ancak onların bile dikkatli bakışlara görülen çok lâtif yönleri vardır. Canlılarda ise kesif bir tül gibi olan madde, arkasındaki lâtif manaların üzerinde yansıdığı bir perde görevini görmektedir.
Örneğin bir kiraza veya kelebeğe bakan herhalde önce onlarda yansıyan ince sanatları ve lâtif manaları görür ve o letafetleri, mana merkezi olan kalp ile hisseder. İnsan ise kesif bir beden ve lâtif bir ruh ile acayip bir letafet-kesafet karışımıdır ve hâkim olan unsura göre hüküm alır.
Fizikî bir varlık olarak insan bedeni fizik kanunlarına tâbidir ve bir anda birden fazla yerde olamaz. Nuranî bir varlık olan ruh ise zaman ve mekân üstüdür ve hiçbir fizik kanunu onu hükmü altına alamaz. Dolayısıyla bir anda çok yerde ve hatta her yerde olabilir–aynen yer çekimi kanunu gibi.
Ancak insan ruh ve bedeniyle bir bütün olduğu için ruh ve beden birlikte hareket etmek durumundadır. Bu durumda baskın olan unsurun hükmü geçecektir. Kişi eğer bedenen semiz ruhen cılız ise, o ruh o bedende adeta hapis olacak ve ruhun adeta kesifleştiği o kişide kesafet esas olacaktır. Hatta kişi sadece bedenden ibaret olduğunu bile iddia edecektir. Ancak kişi ruhen gelişkin bedenen cılız ise tam tersi olacak ve kişinin bedeni de letafet kesbedip kişide fizik kanunlarından ziyade nuraniyet kaideleri hâkim olacaktır. O zaman da bu kişi letafet kesbetmiş bedeniyle beraber ruhun kanunlarına tâbi olup aynı anda çok yerde bulunabilecektir. Ancak birçok sırlar bunu yaygın değil istisnaî bir durum yapar.
Helyum gazı ve balon
Bu mesele, bedeni bir balona, ruhu da havadan 7 kat daha hafif olan ve serbest bırakıldığında hızla yükselen helyum gazına benzeterek şöyle açıklanabilir:
İçinde çok az helyum gazı bulunan bir balonu elimizden bırakırsak balon yerçekiminin etkisiyle yere düşecektir. Yani lâtif helyum gazı, birlikte olduğu kesif balon malzemesine hükmeden kanuna boyun edecektir. Böylelikle az şişmiş helyum balonu kesif bir madde gibi davranacaktır. Ancak balon helyum gazı ile iyice şişirilip bırakılırsa görülecektir ki, helyum gazındaki yükselme kuvveti, balona hükmeden düşme kuvvetine galip gelecek ve helyum gazı dolu kesif balon semalara doğru yükselecektir. Yani beden ruha ve ruhaniyetin kanunlarına tâbi olacaktır.
İnsan helyum balonu gibi uçamasa da kendini her zaman vicdan terazisinde tartabilir ve kendi letafet ve kesafet durumunu muhakeme edebilir. ‘Kendimi bir ton yükün altından kalkmış gibi hissediyorum’ sözünde ifadesini bulduğu gibi, insan bir iyilik yapınca kendini hafiflemiş hissetmesi ve bir kötülük yapınca da onun ağırlığından âdeta omuzlarının çökmesi bu mananın bir yansımasıdır–yeter ki vicdan terazisi bozulmuş olmasın. İnsan ilim, iman ve fazilet gibi nuranî şeylerle meşgul olup letafet kesbettikçe, ayakları yerden kesilmese bile insaniyeten yükselir. O kadar ki, cesedinin ağırlığını hissetmez bile. Bedeni burada olmasına rağmen rüyada olduğu gibi aklen, kalben ve hissen çok değişik âlemlerde gezer. Herhalde gerçek fakirlik, varlığın bu boyutundan habersizlik olmalı.