TR EN

Dil Seçin

Ara

Sonlu Olan Sonsuzu Anlayabilir Mi?

Risale-i Nur külliyatının müellifi Bediüzzaman öncelikle insanların olayları değerlendirirken yaptığı temel mantık hatalarına dikkat çeker. Bunların sebebi ise, düşüncelerinin geçmiş tecrübeleriyle sınırlı olması, her şeyi kendi tecrübelerini esas alan teraziyle tartmaları ve Allah’ı da bir insan gibi sınırlı hayal etmeleridir.

 

Yani insanın birçok vasıfları gibi düşüncesi, konuşması ve dinlemesi sınırlıdır; değişik işleri ancak bir sıra dâhilinde yapabilir. Yani insan bir anda hem konuşup hem dinleyemez; dikkatini ancak bir şeye hasredebilir. O yüzden bir varlığın aynı anda binlerce kişiyle binlerce değişik konuda hiç karıştırmadan iletişim içinde olmasını anlamakta zorlanabilir ve böyle bir şeyi akıl dışı görebilir. Ama günümüz telefon ve internet bankacılığı ve benzeri uygulamalar gösteriyor ki, dün aklın almakta zorlandığı şeyler bugün sıradan işler haline gelmiştir.1

İnsan ilk defa gördüğü bir şeyi veya şahit olduğu bir olayı anlamakta zorlanır, çünkü havsalasında kıyaslama yoluyla onu değerlendirmeye ölçü olabilecek bir referans yoktur. İnsan böyle bir referansı kendinde bulamayınca çevresinde ve başkalarında aramaya kalkar. Hatta insan, varlığı zaruri ve kendinden olan ve varlığı gerekli olmayıp sadece mümkün olan yaratılmışlara hiçbir şekilde benzemeyen Sanatkârı düşünürken dahi hayal gücünü aynı kriterleri dürbün olarak kullanır.

Örneğin bir ressamın yaptığı bir yağlıboya tablodaki insan, hayvan ve bitkilere hayat, şuur ve hayal gücü verilip onlardan sanatkârlarını tarif etmeleri istenseydi, ne derece ilgisiz ve sınırlı (düzlemsel yani iki boyutlu olmak ve renkli boyadan ibaret olmak gibi) tarifler ortaya çıkacaktı. Bediüzzaman bu yaklaşımın sebep olabileceği derin yanılgılara dikkat çeker, ve güneşin ışıklarının aynı anda her yerde olmasını Yaratıcının nuranî vasıflarını anlamada basamak olarak sunar.2

Elma ve portakal gibi aynı cinsten olmayan şeyleri kıyaslamak nasıl geçersiz ise, kesinlikle aynı cinsten olmayan sanat ve sanatkârı veya yaratık ile yaratıcıyı kıyaslamak yanlıştır; birine bakıp diğeri hakkında hüküm vermek de o derece geçersizdir. Böyle bir kıyas bütün hataları içinde barındırır ve bu tür bir kıyasa dayanarak varılan hükümler gerçekleri yansıtmaktan son derece uzaktır.

Allah’ı kendisine kıyaslamasının bir sonucu olarak insan, benzerini varlıklarda görmediği Allah’ın birçok vasıflarını aklına aldıramaz ve inkâra sapar. Örneğin insan Allah hakkında, hiçbir yerde olmadığı halde her yerde olması ve Allah bize çok yakın olduğu halde bizim O’ndan çok uzak olmamız gibi zıtları içinde barındırır gibi görünen tanımlamaları anlamakta güçlük çeker.3

Bediüzzaman bu tür zor meseleleri izah için yine bilimsel gözlem metodunu kullanır ve aklı muhatap alır. Önce varlıklarda gördüğümüz mutlak kolaylık (o kadar ki her şey adeta kendi kendine oluveriyor gibi görülüyor) ve mükemmel düzeni nazara verir ve sık sık kullandığı ve Allah’ın Nur isminin kesif bir aynası olarak karakterize ettiği güneş örneğiyle konuyu akla yaklaştırır:

“Güneş, ulviyetiyle [yükseklik] beraber, bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede  
yakın, belki onların zatlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsaliyle [görüntü] ve tasarrufa [içlerinde işleme] benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği [etkilediği] halde, o şeffaf şeyler ise binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vech [yön, şekil] ile müteessir edemezler, kurbiyet [yakınlık] dâvâ edemezler. Hem o güneş, her şeffaf zerreye, hatta ziyası nereye girmişse orada hazır ve nazır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre güneşin aksi [yansıması] ve bir nevi timsali [görüntüsü] görünmesiyle anlaşılır.” 4

Bediüzzaman bu nuraniyet vasfının büyüklüğü derecesinde güneşin etkisinin ve kapsam alanının genişleyeceğine dikkat çeker, ve kuvvetli bir lambanın küçük şeyleri daha iyi gösterdiği gibi güneşin de büyüdükçe küçük şeylerden uzaklaşmak değil onlara ışığıyla daha da yakınlaşacağını ifade eder. Ayrıca güneş için küçük büyük farkı yoktur, ve bir cam parçası neyse bir gezegen de odur.

Elektromanyetik bir radyasyon olan ışık saniyede 300 bin kilometre olan hızına ve pencere camı gibi sert şeffaf maddelerin içinden geçebilmesine rağmen yine maddî ve fizikî bir varlıktır ve bir anda her yerde olmak ve hiç yer kaplamamak gibi nuranî vasıfları sınırlıdır. Akıl, ilim, sevgi gibi hiçbir maddî varlığı olmayan lâtif şeyler için, maddenin tâbi olduğu ışık hızı sınırı gibi hiç bir sınırlamaya tâbi olmadıklarından dolayı nur gibi veya nuranî tabiri kullanılır. Örneğin akıl gözü varlıkların iç yüzünü, nuranî olan ilim ışığıyla görür.

Güneş gibi madde olmasıyla beraber, kısmen de olsa nuraniyete mazhar kesif bir varlık böyle olursa, ilim, irade ve kudret gibi tüm vasıfları tam nuranî olan bir varlık için herhangi bir sınırlamanın söz konusu olmaması gerekir. Bediüzzaman güneş gibi kesif bir varlıkta tecelli eden nuraniyet cilvelerini basamak yaparak nuraniyeti akla gösterir, ve oradan her şeyiyle nuranî olan Zat’a intikal eder:

“Güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif [şeffaf olmayan] hükmünde, Nuru’n-Nur, Münevviru’n-Nur, Mukaddiru’n-Nur [nurların nuru, Nurlu varlıkların nurlandırıcısı, nurların taktir edicisi] olan Zât-ı Zülcelâl [sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah], her şeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nazır [bakan, gözlemci]; ve eşya O’ndan gayet uzak olduğuna; hem o derece külfetsiz [zahmetsiz, zorlanmadan], muâlecesiz [doğrudan doğruya], suhuletle [kolaylıkla] işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin [sadece emir] sürat ve suhuletiyle icad eder gibi anlaşıldığına; hem hiçbir şey, cüz’î küllî [az çok], küçük büyük, daire-i kudretinden harice [dışarı] çıkmadığına ve kibriyâsı [Allah’ın her cihetle büyüklüğü] ihata [kuşatma, içine alma] ettiğine, şuhud [gözle görmek] derecesinde bir yakîn-i imanî [kesin ve şüphesiz iman] ile iman ederiz ve iman etmek gerektir.” 5 

 

Kaynaklar:

1. Said Nursî, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 140.

2. Said Nursî, Muhakemat, Unsur-ul Akide, s. 140.

3. Said Nursî, Sözler, 14. Söz, s. 235.

4. Said Nursî, Sözler, 14. Söz, s. 235.

5. Said Nursî, Sözler, 14. Söz, s. 235.