Psikopatoloji derslerinden birinde bayan profesör bizimle çok ilginç bir çalışmanın sonuçlarını paylaşacağını söyledi. Paylaşacağı konu aslında sosyal psikolojinin bir konusu olmakla birlikte, psikopatoloji derslerinde zaman zaman diğer alanların önemli çalışmalarını da aramızda paylaşıyorduk. Bu yüzden her zaman büyük bir keyifle katıldığım bu dersin devamını birlikte takip edelim.
Öğretmenlerden oluşan bir gruba iki sınav kâğıdı gösterilir. Bu kağıtlardan biri son derece özensiz ve okunaksız bir el yazısı ile diğer kâğıt ise harika bir el yazısı ile yazılmıştır. Yine bu kâğıtlardan biri çok başarılı diğeri de çok başarısız bir not almıştır. Öğretmenlere iki adet fotoğraf gösterilir. Fotoğraflardan biri üstü başı perişan, saçları dağınık bir kız çocuğuna ait diğeri ise elbiseleri yeni, saçları taralı ve kurdelalı, bakımlı bir kız çocuğuna aittir. Öğretmenlerden istenen, hangi yazının, resmi gösterilen çocuklardan hangisine ait olduğu ve hangi el yazısının daha yüksek not aldığı konusunda bir tahmin yürütmeleridir. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi öğretmenler büyük bir oranda kötü el yazısını kötü notla, bu ikisini de üstü başı perişan olan çocukla eşleştirirken, iyi el yazısını yüksek notla ve bu ikisini de elbiseleri yeni, saçları taralı ve kurdelalı çocukla eşleştirmişlerdir. Bu sonuçlar gerçekten şaşırtıcıdır. Bu konu hakkında birazcık akıl yürüten ortalama eğitim düzeyindeki herhangi biri, (hattâ sosyal hayatın içinde, analitik düşünebilen ama eğitimi olmayan biri de) kötü el yazısı-düşük not-kötü giyimli çocuk, güzel el yazısı-yüksek not-güzel giyimli çocuk eşleştirmelerinin çok da rasyonel bir düşüncenin sonucu olamayacak eşleştirmeler olduğunu bilir. Gerçekten üzerinde biraz düşünecek olursak, insanların karşılarındaki insanları değerlendirirken ellerindeki tek delil sadece fiziksel görünüşler ise onların kişilik özellikleri, hayattaki ya da okuldaki başarıları ya da başarısızlıkları üzerine yapacakları değerlendirmelerin çok da sağlıklı olmayacağını görebiliriz.
Aktarılan örnekten hareket edecek olursak, kötü giyimli bir çocuk, düşük sosyo-ekonomik düzeyden bir ailenin çocuğu, yetiştirme yurdundan gelen bir çocuk, anne ya da babasından biri hayatta olmayan bir çocuk vb. olabilir. Ancak bunların hiçbirisi o çocuğun yazısı hakkında bize ipucu veremez. Yine kötü el yazısının kötü not alacağını da iddia edemeyiz. Demek ki fiziksel özelliklerin pozitif olması ile diğer bazı özelliklerin de pozitif olacağına dair yanlış bir tutumumuz vardır. Kezâ negatif fiziksel özellikleri de negatif kişilik özellikleri ile eşleştiririz. Buna sosyal psikolojide “Güzel olan iyidir stereotipi” (What-is-beautiful-is-good stereotype) denir. Güzel olan iyidir stereotipi (klişesi), fiziksel olarak çekici olan insanlar aynı zamanda arzu edilir, hoş kişilik özelliklerine de sahiptir demektir.
Güzel-çirkin, iyi-kötü, doğru yanlış gibi kavramlar, kişiden kişiye, toplumdan topluma, zamandan zamana değişiklik gösteren ve görecelik (relativite) ihtiva eden kavramlardır. Bunlar aynı zamanda değerler sistematiğinin de birer parçası ya da sonucudurlar. Ancak toplum mühendisliği açısından bakılacak olursa, dizayn edilecek toplum, kendi değer sistematiği içerisinde kullandığı ya da kabul ettiği güzel kavramı ile manipüle edilir (değiştirilir). Bir toplumun ortalama kabulü olan güzel ne ise toplum mühendisleri o toplumu kendi kabulleri olan güzel kavramı ile şekillendirmek isterler. Böylece farklı toplumlarda farklı güzellik anlayışlarının olması beklenen sosyal neticeyi değiştirmez. Yani bu durumda şerbet her toplumun nabzına göre verilmiş olur. Elbette her toplumda, kendini toplumun dışında gören ve bu ortalama değerleri kabul etmediğini öne süren insanlar vardır. Ancak bunlar genel üzerinde beklenen sonuçlar açısından bir önem ifade etmezler.
Yukarıdaki iki paragrafı biraz sentezleyecek olursak, acaba hangi sonuçlara ulaşabiliriz, isterseniz birlikte düşünelim. Nedenlerini çok da anlayamadığımız bir şekilde belki de bilinçaltımızda bizleri güzel olanın iyi olduğuna inandıran ya da öyle düşünmemizi sağlayan bir sistematik var. Bunu sadece iyi değil belki başarılı, çekici, iyimser, dışadönük, iletişim becerileri gelişmiş, morali yüksek, yapıcı, akıllı, terbiyeli, doğru, dürüst vb. kişilik özelliklerini de içeren geniş bir yelpazede meydana gelen bir eşleştirme olarak düşünmek daha doğru olur. Pekala, insanlar burada saydığım olumlu özellikleri mi yoksa bunların zıttı olan olumsuz özellikleri mi taşımak ve insanlar tarafından bu özelliklerle mi bilinmek isterler? Tabiî ki pozitif özellikleri taşımak ve başkaları tarafından da öyle değerlendirilmek isterler. Güzel olanın insanlar tarafından diğer kişilik özellikleri açısından da pozitif olarak algılanma öneğilimi bu insanların gerçek davranışları ya da kişilikleri hakkında bizi bir illüzyona sevk edebilir mi? Bence edebilir. Yani bu kişilerin ortalama davranışlarını ve pozitif davranışlarını herkeste olduğu gibi pozitif olarak değerlendirirken, olumsuz davranışlarına karşı da toleransımız biraz daha yükselir ya da bu davranışları olduğundan biraz daha hafif bir şekilde değerlendirir ya da eleştiririz. Reklamcılık sektörüyle ilgili olarak zaman zaman aklımıza gelen bir soru ve sorunu tekrar edelim:
Bir ürün tamamen erkekleri ilgilendiren bir ürün olmakla birlikte neden ürünün tanıtımında güzel bayan mankenler yer almaktadır? Ürün herhangi bir cinsi ilgilendirmesin de herkesi ilgilendirsin. Bu ürünün tanıtımında neden güzel bay ve bayanlar yer almaktadır? Sanırım doğru cevaplar hepinizin hafızasından geçiyordur.
Bu durumda acaba bir çaresizlik içinde olan biteni seyredecek miyiz? Bundan ne gibi zararlar görebiliriz? Ne yaparsak doğru düşündüğümüzü zannederken yanlış düşünmüş, doğru yaptığımızı zannederken yanlış yapmış olduğumuz gerçeğinin açmazını çözebiliriz? İsterseniz ben kendi düşünce tarzımı ifade edeyim ve size de bu konuda kendi düşüncelerinizi oluşturmayı teklif edeyim:
İnsanlarda güzel olanı bütün kişilik özellikleri ve davranışları açısından pozitif değerlendirme öneğilimi var. O halde “güzel” dediğim “mutlak güzel” olmalı ki bu öneğilime göre tutum ve davranışlarımın şekillenebilme ihtimali beni rahatsız etmesin veya bu konuyu yaşam pratiğim açısından tamamen unutayım. “Mutlak güzel” yere, zamana, topluma, eğitime, bakış açısına göre değişmeyen bir şey olmalı. Güzelliği kemâlde olmalı. Yani herhangi bir kusur olmamalı, mükemmel olmalı. Bunun bir adım ötesi daha var denmemeli, bir adım ötesi daha olmamalı. Böyle bir güzel olursa güzellik tahtını teslim ettiğim, davranışlarımın onun istekleri, beklentileri, emirleri doğrultusunda gerçekleşmesi beni rahatsız etmez. Bugün etmediği gibi yarın da etmeyecektir. Burada etmediği gibi başka yerde de etmeyecektir. Bu durumda tahtı kime teslim etmeliyim sorusunun cevabını aramalıyım.
İkinci bir husus, eğer bu sosyal psikolojik tespit ya da kural doğru ise bu kural ile bana neleri kabul ettiriyor olabilirler? Hangi tutum ve davranışlarım bu kurala göre şekilleniyor ya da şekillendiriliyor olabilir? Belki biraz daha düşünürsem bu soruları biraz daha artırabilirim. Tabiî ki sizler de........
Yine sosyal psikolojinin önemli kavramlarından biri de tekrar eden maruz bırakma (gösterim) “repeated exposure”dır. Bir insan bir olaya ya da gösterime sürekli maruz bırakılırsa zamanla o olay ya da gösterimin etkisi azalır ve insan duyarsızlaşmaya başlar. Bu kavram, “salt maruz bırakma etkisi” (mere exposure effect) olarak bilinen prensiple ilişkilendirilirse daha kolay açıklanabilir. Özellikle televizyon üzerinden gidecek olursak, sürekli kanlı görüntülerin sergilendiği haber programları önceleri yüksek reytingler alırken sonraları izlenmemeye başladı. Televoleler, gelinim ol, yok ben olmam sen ol, gel sen kendin ol vb. programlar da aynı kategoridedir. Bu tür programlar açısından bakılırsa aslında duyarsızlaşma hepimizin takdir ettiği ve beklediği bir sonuçtur. Ancak bu kuralın sinsice işlediği öyle bir durum var ki, tüyleriniz diken diken olur. Benim çocukluğumda bir sokakta bir iki evde televizyon vardı ve insanlar birbirlerine televizyon misafirliğine giderlerdi. Renkli yayınların test aşamasında olduğu günlerdi. Bazı programlar siyah beyaz bazıları renkliydi. Biz sokaktaki arkadaşlarla komşumuza gider, çizgi film izlerdik. Daha sonra mahalledeki ablalar toplanır ve bize:
“Hadi bakalım çocuklar, hepiniz dışarı, çizgi film bitti, Dallas başlayacak.” derlerdi. Derlerdi de biz hiç çıkmak istemezdik. Dallas nedir çok merak ederdik. Biraz büyüyünce anladık Dallas’ın ne olduğunu.
O günlerde Türkiye’de çok tartışmalar olmuştu Dallas üzerinden. Memlekete ahlâksızlık gelecek, bu kültür emperyalizmidir vb. çok sayıda eleştirinin olduğu tartışmalar yapılırdı. Büyüklerimiz bize Dallas izlemeyi yasaklamışlardı. Makarayı 25 yıl ileri saralım. Bu sürede Dallas, Şahin Tepesi vb. yüzlerce dizi ve aynı içerikte filmler art arda gösterildi (repeated exposure). Ben iddia ediyorum, bundan 25 yıl önce ahlâksızlığı getirecek diye bütün toplumu içine alan tartışmalara neden olan Dallas dizisini bırakın normal bir günde, bir mübarek kandil gününde, hattâ Ramazan’da Kadir Gecesinde oynatın, kimsenin o günlerdeki gibi bir tepkisi olmayacaktır. Çünkü toplum korku terapilerinde uygulanan bir yöntemle, sistematik olarak duyarsızlaştırılmıştır (systematic desensitization).
Güzel olan iyidir stereotipini bir tarafa koyun, Salt Maruz Bırakma, Tekrar Eden Gösterim, Sistematik Duyarsızlaştırma gibi kavramları da diğer bir tarafa. Bunlar biraz akıllıca davranarak engelleyebileceğimiz şeylerdir diyebilirsiniz. O halde yer açın yeni bir kavram daha geliyor:
Televizyonda karşılaştığınız şeyler her zaman bu şekilde doğrudan ve müdahale edebileceğiniz şekilde size sunulmaz. İnsan gözü saniyenin 1/20’i kadar bir sürede maruz bırakıldığı bir görsel uyaranı algılar. Bu, algının alt eşiğidir. Oysa görmek için daha uzun bir süreye ihtiyacınız vardır. Ya da görme eşiği algı eşiğinden daha yukardadır. Bilimsel olarak spekülasyon yapılmasın diye bu algı zamanını, saniye olarak kabul edelim. Bu öylesine kısa bir zaman dilimidir ki, bu zaman içinde maruz bırakıldığınız bir uyaran beyniniz tarafından algılanır, bilinçaltınıza yerleşir. Bunun psikolojideki karşılığı algı eşiğinin altında gösterim (subliminal presentation)’dir. Bu; bir uyaranın insanlara, insanların böyle bir uyarana maruz kaldıklarını bilinçli bir şekilde fark edemeyecekleri bir süratte gösterme metodudur. Bu metod kullanılarak televizyonlarda yapılan bazı ürün reklamları, ABD ve birçok batılı ülkede haksız rekabete yol açtığı ve tüketiciyi istismar ettiği düşüncesiyle yasaklanmıştır. Pekâlâ ya bu gösterilenler ürün reklamı değil de başka şeyler ise... Ne olduklarını siz doldurun...
Zafer Dergisi’nin Ocak sayısında televizyonun insan beynine verdiği fiziksel zararları yazmıştım. Bu makalede yazılanları da o yazıya ekleyip, hâlâ çocuklarınız televizyon izliyorlar mı?, hâlâ televizyon izliyor musunuz? sorularına umarım beklediğim cevapları alırım. Yoksa gerçekten her şeye ne kadar yazık ettiğimizi anlamak ve anlatmak çok zamanımızı alacak, hattâ korkarım birçoğumuzu bu mücadeleden vazgeçirecektir. Haydi, atın artık kumandaları ve kumanda edemediklerinizi...!