TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Ülke Varmış

Âlemler içinde bir âlemde, dünya denilen bir menzilde, ademoğlu zamanı dedikleri bir zamanda, garip bir ülke varmış. Uyuyanlar ve uyanık olanlar ülkesiymiş burası. Bu ülkenin uyuyanları, anlayacağımız tabirle ayakta uyurlarmış. Hem uyurlar hem gezerler, her işlerini de böylece görürlermiş. Böyle olduğu için de, bu ülkede insanların hangisi uykuda, hangisi uyanık dışarıdan bakan için fark edilmesi biraz zormuş. Herkes ayakta dolaştığı, koşturduğu, yediği içtiği, konuştuğu için, uyurlar ve uyanık olanlar iç içe yaşar giderlermiş bu ülkede.

Uykuya dalanlar ilk başta pek hafif bir uyku halinde oldukları için pek bir şey fark etmiyormuş. Hayatına sanki her şey normalmiş gibi devam ediyormuş. Ancak uyku derinleştikçe, bazı şeyler de değişiveriyormuş hiç anlayamadan.

Böyle uykuları derinleşenler, kendi rüyalarını gerçek zanneder oluyorlarmış mesela. Kendi rüyalarının içinde yaşıyorlarmış uykuları derinleştikçe.

Ancak bu dipsiz uykuya dalanlar bazı hallerinden anlaşılabiliyormuş. Böyle olanlar ölümü unuturlarmış. Sanki bu uykulu hayatları ebedi böyle sürecek zannederlermiş. Çok derin uykuda oldukları için, dünyadan ibret de alamazlar ve kimse onlara karışmıyor zannedip kendilerini başıboş bilmeye de başlarlarmış. Hele de daha derin uykuda olanlar, uykulu gözlerle dünyayı da sahipsiz, başıboş, anlamsız zanneder oluyormuş.

Bu ülkenin uyanık olanları ise bu durumda olanlara üzülürler, hiç olmazsa uyanmak isteyecek olanları uyandıralım, daha derin uykulara dalmasınlar diye çalışırlarmış.

Bir de, uykuda olanlarla uyanık olanlar arasında rekabet de varmış bu ülkede. Herkes kendi inancı için çalışırmış.

Uykuya çağıranların işi nispeten daha kolaymış. Çünkü bu uykuya dalmak için hiçbir çaba gerekmiyormuş. Rahata meyilli insanların da bu tatlı gibi gözüken uyku hoşlarına gidermiş.

Uyanmak için ise, çaba gerekiyormuş. Hem de uyandıktan sonra bir daha uykuya dalma tehlikesi de olduğu için uyanık olanların işi daha zormuş.

Uyanık olanlarla uykudakilerin karşılıklı atışmaları devam edip gidiyor, o diyarın insanları da arada karşılıklı geçişler yapıyorlarmış.

Böyle uykuda olanlardan uykuları iyice derinleşenler, her şeyi kendi rüyalarından ibaret zannetmeye başlamışlar. Her şeye kendilerince anlamlar vermişler. Kimisi, “hayat budur” demiş, “başka bir hayat yoktur.” Kimisi, “her şey kendi kendine olur gider” diyormuş, “bir yaratana da ihtiyaç yoktur.” Kimisi ahireti, kimisi de hesabı inkâr etmeye başlamış. Uykuları henüz hafif olanlardan bazıları bu derin uykululardan etkilenir, onlar da böyle derin uykuya dalarlarmış.

Bu uykucuların uykusu, bildiğimiz uyku cinsinden olmadığı için, onları omzuna dokunmakla uyandırmak çaresi yokmuş. Ancak bir yolu da varmış. Bu derin uykuya, uyuyanın en son aklı dalar, en önce de aklı uyanırmış. Bundan dolayı onlar, akıllarına seslenebileni duyarmış ancak.

Uyanık olanların tek yapabildiği, uyanmak isteyenlerin akıl kulaklarına seslenip, düşünmelerini sağlayıp o uykudan uyandırmakmış. Öyle işte, düşünmek, aklını çalıştırmak bu derin uykudan uyanmak için birebir ilaçmış. Bir de tekrar bu gaflet uykusuna dalmamak için tefekkür ve ibret denilen, düşünme ilaçlarını tavsiye ederlermiş. Çünkü yaratılanlara bakan Yaratanı tanır, Onu tanıyan, dünyaya niçin geldiğini anlar, öyle uykulara dalmaktan korunurmuş.

Uyanık olanlar uyuyanlara şöyle derlermiş, “bu uyku gördüğünüz gibi uzun sürmüyor, burası uyku yeri değil, buradan başka bir yere sevkiyat var, belki burada bulunmamızın asıl amacı bizi burada yaratanı tanımak, diğer başka bir yerde bizim için hazırladığı mekânlar için çalışmaktır.”

Hem derlermiş; “hiçbir şey başıboş ve anlamsız değil, insan nasıl başıboş kalabilir. Akılsız şuursuz şeylerden harika şeyler çıkıyor; odundan meyve, cansız yumurtadan canlı, renksiz, kokusuz topraktan renkli harika kokulu çiçekler yapılıyor, bunların kendi kendine olması nasıl mümkün olabilir?.. Bir harf bile kendi kendine yazılamazsa, bu kâinat kitabı yaratansız nasıl düşünülebilir?”

Bu iki tarafın söyledikleri arasında rüya ile gerçek kadar fark varmış elbette. Uykudakiler dünyaya dair düşüncelerini yazar, çizer, anlatırlarmış. Fakat bu söylediklerinin hepsi kendi rüyalarına dayandığı için, hep kendi zanlarını tekrarlayıp dururlarmış; iddia ettikleri şeylerin gerçek dünyada ispatı yokmuş yani. Rüya misali varsayımlarla günlerini geçirir, kendilerini avuturlarmış.

Oysa uyanık olanlar kendilerine göre değil, dünyadan gerçekleri delil gösterirlermiş akıl kulakları açık olanlara. Bilimlerin söylediklerini gösterirlermiş onlara.

Ne garipmiş ki, bu ülkede insanlar, bir tabloya bakarlar, kimisi ressamını takdir eder, kimisi inkâr edermiş; bir yazıya bakarlar, kimisi acip anlamlar keşfeder, kimisi anlamsız görürmüş; bir çiçeğe bakarlar, kimisi bilen bir sanatkârın eseri diye seyreder, kimisi de toprak, hava, su, tohumdaki genler bir araya gelip bunu yaptı diye kendince bir izah bulmaya çabalarmış.

Anladığınız, kimi yazıya bakarmış, kimi de yazının anlamıyla yazanının amacını merak eder öyle bakarmış. Bu uykudan uyananlardan bazıları, aynı harika şeylere baktıkları halde, nasıl olur da kiminin gördüğüne, kiminin göremediğine akıl erdiremez ve “rüyada olduklarından olacak” diye düşünürlermiş.

Gerçi o derin uykudakiler uyanmak istemese de fazla sürmezmiş bu uykuları, rüyaları bitiverirmiş fazla geçmeden. İstemeseler de, insanları bu dünyaya gönderen onları da uyandırır, herkes gerçekleri anlarmış. Fakat bazıları en son âna kadar uyanamadıkları için, bu uyanmaları onlara bir fayda vermezmiş. Peygamber ne ibretli demiş ya: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” diye. Elbette önemli olan ölmeden uyanmakmış.

Gökten bir kitap inmiş. Bir olanı bildirmiş. Bilenler ermiş muradına...