TR EN

Dil Seçin

Ara

Sanal Dünya / Öykü

Kaç saattir bilgisayarın başında olduğunu unutmuştu. Çok uykusu vardı, ama kendisini bir türlü ekranın önünden koparamıyordu. İndirmekte olduğu dosyaları kontrol etti. Daha çok vardı indirmenin tamamlanmasına. Gerçi başında durmasa da dosyalar inerdi ama yine de o filmlerin kendi harddiskine yerleştiğini gözleriyle görmek istiyordu. Biraz öncesine kadar chatleştiği bütün arkadaşları çoktan uyumuştu. Haber sitelerindeki dedikoduları neredeyse ezberlemişti. Karnı acıkmıştı, yorgundu. Uykusu vardı, çok uykusu vardı. Ve kendisini çok yalnız hissediyordu.

Ekranda birden bire beliren pencere onu ürküttü. Pencerede kocaman kırmızı harflerle şöyle yazıyordu: Hayatından sıkıldıysan, adrenalin dolu maceralara atılmak istiyorsan, keyfince yaşamayı diliyorsan tıkla!

Türlü türlü reklam görmüştü. “1 milyon lira kazandınız, hemen başvurun!” “Büyük yatırım fırsatını kaçırmayın!” “Birbirinden güzel arkadaşlarla tanışmak istiyorsanız sitemize gelin.” Ama bu kadar iddialısını hiç görmemişti. Ne bir resim, ne bir internet adresi vardı pencerede. Para da talep etmiyorlardı. Elektronik posta adresi ya da kredi kartı numarasını yazın da demiyorlardı. Virüslü bir dosya mı göndermek istiyorlardı acaba? Bilgisayarını yeni formatlamıştı ve kurtaracağı hemen hiç dosya yoktu. Temizlenemeyecek bir virüsse, en fazla bir daha format gerekirdi. Hâlâ çok uykusu vardı, üstelik çok acıkmıştı.

Gidip yatsa mıydı? Canım annesinin serzenmelerini hatırladı: “Yavrum, gözüne yazık. Saatlerce oturuyorsun şu bilgisayarın başında. Ne buluyorsun, bilmiyorum ki! ” Yeni açılan pencereyi kapatmak için fareyi kullanarak imleci sağ üst köşeye götürdü. Tek bir tıklama yeterliydi. Fakat birden fikrini değiştirip pencerenin ortasındaki kutuya tıkladı. İngilizce kursunda öğrendiği deyimi hatırladı: Merak kediyi öldürdü! Gülümsedi, bakalım ne olacak diye bekledi.

Birkaç saniye hiçbir şey olmadı. Sonra bilgisayarın ekranı titremeye ve bulanıklaşmaya başladı. “İşte, korktuğum başıma geldi” diye içerledi. “Emektara bir format daha geliyor.” Ama sonra ekranda nefis bir okyanus manzarası belirdi. Mavi ile yeşil birleşmiş, harika bir renk belirmişti denizin üstünde. Hafif bir meltem esiyordu. Meltemin serinliğini üzerinde hissettiğini sandı. Hafiften üşüdü. Sahile doğru gelen dalgaların sesi müthişti. Manzarayı seyre dalmışken büyükçe bir dalga sahile vurdu. Dalgadan serpilen suların üstünü ıslattığını hissetti. “Amma da gerçekçi yapmışlar adamlar! İnsan ıslandığını sanıyor.” Üzerindeki gömleği eliyle yokladığında parmakları ıslaklığa dokununca irkildi. “Neler oluyor!”

Aniden ekranda yarı çıplak güzel bir genç kız belirdi. Gülümsüyordu. Ona gülümsüyordu! İsmiyle hitap edip “Nasıl, beğendin mi?” diye sordu. Şaşırdı. Kamerayı açtığını hatırlamıyordu ki. Hem bu kız ismini nereden biliyordu? Kız olanca işvesiyle elini uzattı ona. Arkasında yüzlerce genç, kahkahalar atarak eğleniyordu. Dans edenler, oyunlar oynayanlar, güneşlenenler... Kız bütün cazibesiyle “Hadi, gel aramıza katıl!” diyordu.

Farkında olmadan elini ekrana uzattığında kızın elini tuttuğunu gördü. Kurtulmak istedi, ama kız elini öyle sıkı tutuyordu ki beceremiyordu. Görünüşte narin ve zayıf görünen kız onu tek hamleyle çekti. Kafasını ekrana çarpıp yaralanacağından korktu. Ancak korktuğu gelmedi başına. Bir bilim kurgu filminin içine düşmüş gibiydi.

Şimdi okyanusun kıyısındaydı. Korku, heyecan ve merak duyguları bütün varlığını sarmıştı. Merakla etrafına baktı. Kendisini davet eden, elinden çekip buraya getiren kız ortalıkta görünmüyordu. Hatta hiç kimse yoktu. Rüya mı görüyordu? Kolunu çimdikledi. O kadar kuvvetli sıkmıştı ki kendi kolunu, hafif bir çığlık attı. Hayır rüya değildi. Sağına soluna baktığında çok büyük bir plajda olduğunu farketti. Şemsiyeler, şezlonglar, masalar, masaların üzerinde yarısı içilmiş içkiler görüyordu. Gelgelelim kimsecikler yoktu etrafta. Demin görünen yüzlerce insandan eser yoktu.

Korkudan ve heyecandan ağzının kuruduğunu farketti. Çok susamıştı. Biraz ilerideki büfeye gitti. Büfede de kimse yoktu. Izgarada köfteler cızırtıyla pişiyor, sosisler büyük bir kapta kaynıyordu, ama hiçbir görevli görünmüyordu ortalıkta. Buzdolabını açtı. Büyük soğuk bir su şişesini aldı ve başına dikti. Şişenin neredeyse yarısını içmişti. Birden irkildi ve durdu. Çünkü susuzluğu hiç geçmemişti. Soğuk suyun geriye kalanını içti. Ama hayır, susuzluğu bir parça olsun dinmemişti. Korkuyla şişeyi elinden attı. Zemine çarpan cam şişe yüzlerce küçük parçaya ayrıldı. Bir çatal alıp ızgaranın üzerindeki köftelerden birkaçını bir ekmeğin arasına koydu ve yemeye başladı. Suda olduğu gibi mi olacaktı acaba? Ekmeğin ve köftelerin hepsini yediği halde, açlığı bir damla bile geçmemişti. İçtiği su da, yediği yemek de sanki başkasının midesine gitmişti! Korkuyla büfenin kapısına yöneldi. Tam çıkarken ayağında büyük bir acı hissetti. Biraz önce yere attığı şişenin parçalarından biri batmıştı ayağına. Eğilip camı çıkardı. Sadece ayağı değil elleri de kan olmuştu. Yere dikkatle basarak ellerini yıkamak için lavaboya yöneldi. Su akıyor, parmaklarına değer gibi oluyor, fakat kan hiçbir şekilde gitmiyordu. Elini dakikalarca suyun altında tuttuysa da hiçbir şey değişmedi.

Büfeden korkuyla çıktı. Ama korku şimdi yerini hayrete bırakmıştı. Çünkü plaj yüzlerce binlerce insanla dolmuştu. Kimi yüzüyor, kimi güneşleniyor, kimi dans ediyor, kimi de voleybol oynuyordu. Kendisini buraya getiren kızı aradı gözleri. Hesap sormak istiyordu. Buradan çıkarmasını isteyecekti. Ama hiçbir yerde göremedi onu. Çekinerek güneşlenen bir adamın yanına gitti. “Affedersiniz?” diye seslendi. Ama adam oralı bile olmadı. “Pardon, birşey sorabilir miyim?” diye sesini yükseltti. Ama adam onu hiç duymamış gibi güneşin altında uzanmış yatıyordu. Elini uzatıp adamın omuzuna dokundu. Omuzuna dokunmasıyla adamın bir balon köpüğü gibi pıt diye ortadan kaybolması bir oldu. Kendi çığlığı onu daha da korkuttu. Voleybol oynayan insanların yanına gidip onlara seslendi, ama onlar da duymadılar. Ve dokunduğu her insan ilk adam gibi ortadan kayboluverdi!

“Yeter!” diye bağırdı kendi kendine. Cenneti bulacağım derken sanki cehenneme düşmüştü. Burası neresiydi, evine nasıl dönebilirdi? Bu korkudan, açlıktan, susuzluktan, yorgunluktan, uykusuzluktan kurtulmak istiyordu. Telaşla sağına-soluna bakarken ileride bir internet kafe gördü. Koşarak oraya gitti. İçeride onlarca kişi ekran başında ya oyun oynuyor ya da sohbet ediyordu. Kafenin sahibi olduğunu düşündüğü kişiye yönelip bir bilgisayar kullanmak istediğini söyledi. Ama adam onu duymadı. Önündeki bilgisayarda oyun oynuyor, bir taraftan da bir sürü kişiyle aynı anda sohbet ediyordu. Kafede dolaşmaya başladı. Kimse onun farkında değildi. Bütün bilgisayarlar doluydu. Bilgisayar başındakilerden birinden ricada bulunsa, onun da balon gibi pıt diye kaybolacağını biliyordu. Hem bilgisayar bulsa, başına otursa ne yapabilecekti ki?

Çaresizliği ve acziyeti iliklerinde hissetti. Hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Allahım! Kurtar beni!” diye haykırdı. Gözlerinden akan damlaların yanağında süzülüşünü teninde duyabiliyordu. Dudaklarına kadar inen gözyaşının tuzunu hissetti. Kafenin bir köşesinde yere oturdu, elini yüzüne kapayıp ağlamaya devam etti. Buradan kurtulmak için herşeyini verebilirdi. Gözlerini yumup sarsıla sarsıla, acziyetle, çaresizlikle ağladı ağladı ağladı.

Bir el omuzuna dokundu. O ağlamaya devam ediyordu. “Yavrum!” diyordu ses, “kalk yavrum, sabah oldu!” Gözlerini açtığında başının bilgisayar masasında olduğunu farketti. Omuzuna dokunan el annesinindi. Biraz sitem, biraz kızgınlık ama daha çok şefkatle bakıyordu annesi kendine. Sandalyeden fırlayıp annesine sarıldı. Annesi şaşkınlıkla ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sıkı sıkıya sardığı annesinin omzunda ağlamaya devam etti ve ağzından şu sözler döküldü:

“Söz anacığım! Bundan sonra bilgisayar başında uyumak yok! Ne gözü açık, ne de gözü kapalı!”