Müsbet ilmin kaynağı gözlemdir, kamçısı da merak ve sorgulamadır. İlmin gelişmesi önündeki en büyük engel ise şartlanmadır ve onun da kaynağı her şeyin üzerine siyah bir cehalet örtüsü çeken alışkanlıktır. İki şeyi her zaman birlikte görmeye alışan bir insan, zamanla bu iki şeyi birbirinin parçası veya birini diğerinin kaynağı olarak algılar ve biri olmadan diğerinin olamayacağı hissine kapılır. Zamanla betonlaşan bu önyargıları kırmak gerçekten çok zordur.
Çevremizi ve varlıkları algılamamızda genellikle beş temel duyumuza (görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma) dayanırız. Bu beş duyu da maddeyle ilişkilidir. Yani maddesi olmayan bir şeyi (akıl ve sevgi gibi) göremeyiz ve yine maddesi olmayan şeylere dokunamayız.
Bunun sonucu olarak maddeyi gerçek varlık, maddesi olmayan şeyleri de adeta hayalî varlıklar veya maddî etkileşimlerin tezahürleri olarak görürüz. Aslında madde olarak algıladığımız her şey atomaltı parçacıklardan galaksilere, mikroplardan insana kadar madde ve mana karışımıdır ve adeta madde ve mana iplikleriyle dokunmuş bir kumaştır. Ve esas olan madde değil, manadır. Madde sadece manaların beş duyumuz tarafından algılanmasını mümkün kılan kılıf veya elbisedir. Yani mana öz, madde ise kabuktur. Mana zaman ve mekân üstü, madde ise zaman ve mekâna ve dolayısı ile fizik kanunlarına tabidir.
Bir örnek vermek gerekirse, canlıların temel yapıtaşı olan atom veya moleküllerde (veya onların da temel yapıtaşları olan parçacık veya dalgalarda) hayat diye bir unsur yoktur. Yapıtaşında olmayanın bütününde olamayacağına göre, hayat, madde olamaz. O halde hayat, madde dışı bir şeydir, yani manadır ve zaman ve mekâna tabi değildir. O zaman evrende yaygın bir “hayat” katmanı veya ışığı vardır ve bu hayat ışığını alabilen her şey maddî vücudu olsun veya olmasın canlıdır. Gözlemler, dünyadaki tüm canlıların ortak vasfının su içermeleri olduğunu gösteriyor. Bu yüzden başka gezegenlerde hayat aramak, su arayarak yapılır. Ama su, hayatın kaynağı değildir ve olamaz. Çünkü iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşan su molekülünde hayat diye bir unsur yoktur ve suyun kendisinde olmayan bir şeyin kaynağı olduğu iddiası abestir aynen rengarenk pırıltılarıyla göz kamaştıran elmasın ışık kaynağı olduğu iddiası gibi veya televizyon aletinin, ekranında görülen görüntülerin kaynağı olduğu iddiası gibi. Yapısında su olan bir varlık hayat ışınını alabiliyorsa canlıdır, yoksa değildir.
Benzer şeyler görme, koklama, işitme, sevgi, şefkat, düşünme, bilgi, güzellik, şifa vs için de söylenebilir, çünkü bunların hiçbiri maddenin temel yapıtaşlarında yoktur. Mesela bir gül ile gülün ezilmesinden oluşan bir çamur, madde olarak tamamen aynıdır. İkisi arasındaki her fark güzellik gibi madde dışı, yani manadır. Gülü güzel yapan herhalde atomlarındaki güzellik değildir. Zira canlı bir güldeki bir hidrojen veya azot atomu ile ezilip çamur haline getirilmiş bir güldeki hidrojen veya azot atomu tamamen aynıdır elmas ile grafitteki karbon atomlarının aynı olması gibi. Parçalarında olmayan bir şey bütününde olamayacağına göre (korunum kanunu), gülün güzelliği kendisinden yani maddesinden değil, dışarıdan gelir aynen elmasın göz kamaştıran pırıltılarının dışarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi. Gül ve diğer güzel şeylerin özelliği, bu güzelliği alıp yansıtabilmeleridir aynen elmasın özelliğinin ışığı alıp büyüleyici bir şekilde yansıtabilmesi olduğu gibi. Bu da evrende madde (ve zaman) ile ilgisi olmayan yaygın bir güzelliğin, ve dolayısıyla bir güzellik katmanının, olmasını gerektirir. Eski Yunanlılar bile bu manayı hissetmişler ki bu katmanı “güzellik tanrıçası” Venüs veya Aphrodite olarak kutsallaştırmışlardır.
Bütün bunların beynin harikalığının bir sonucu olduğunu söyleyenlere hatırlatmak lazım ki, beynin de temel yapıtaşları atom veya moleküllerdir (veya onların da temel yapıtaşları olan elektron, proton ve nötron parçacıkları veya dalgalardır) ve ne dalgada ne de parçacıklarda bahsettiğimiz hiçbir hasiyet yoktur. Beyin ile bir taş parçasının malzemesi tamamen aynıdır (her ikisi de elektron, proton ve nötronlardan oluşur). O yüzden beynin gösterdiği farklılık maddesinden değil, alıp yansıttığı manasındandır.
Biz her şeyi kuvvet, sevgi, öfke, şuur ve hatta hayat, görme, koklama, işitme vs ancak etkileri maddede görülünce algılayabiliyoruz ve tabii olarak her şeyin kaynağının madde olduğu yanılgısına düşüyoruz. Pek de sorgulamadan kendimizi içinde bulduğumuz bu önyargı, günümüzde de bilimin üzerine kurulduğu platformu oluşturmaktadır. Günümüz bilim dünyasının ciddi bir saplantısı, her şeyin kaynağının madde veya onun eşdeğeri enerji olduğu önkabulüdür. Bu da bilimde tıkanmalara ve çıkmazlara yol açmaktadır. Bilim dünyası artık fark ve itiraf etmelidir ki maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya enerji dalgasında kuvvet, irade, hayat, şuur, görme, sevgi, güzellik vs gibi şeyler yoktur ve temel yapıtaşlarında olmayan, bütününde olamaz. Artık evrenin madde-enerjiden oluşan tek katmanlı olduğu yaklaşımının bırakılıp çok katmanlılık, yani varlıkların madde ile beraber kuvvet, irade, hayat, şuur, görme, sevgi, güzellik vs gibi birbirinden bağımsız madde dışı yani mana katmanlarından oluştuğu görüşü ciddi olarak dikkate alınmalıdır. Bu görüş, müsbet ilmin kaynağı olan gözlemlerle tam uyumludur.
Elmasın hakikati, ancak parıltıların karbon atomlarından değil, elmas dışındaki bir ışık kaynağından geldiği fark edilince anlaşılır. Televizyonun hakikati, değişik yayınların aletin içinden değil, dışındaki onlarca yayın katmanından geldiği görülünce, yani televizyon aletinin yayınların kaynağı değil sadece alıcısı olduğu fark edilince anlaşılır. Eşyanın da hakikati, maddedeki kuvvet ve hayat gibi onlarca madde dışı pırıltıların maddenin parçacıklarından değil, madde dışı katmanlardan geldiği fark edilince anlaşılacaktır. İnsanlık için gerçek aydınlanma o zaman başlayacaktır.