TR EN

Dil Seçin

Ara

Rüya

Aslına bakarsanız, öyle çok rüya gören ve gördüğü rüyaları da, uyandığında elifi elifine hatırlayan biri değilim. Hayatım boyuncabir iki tanesi müstesnarüyalarımın, benim için sarıp saklanacak bir kıymeti de olmadı. Ancak geçenlerde gördüğüm bir rüya, üzerinden şu kadar gün geçtiği halde, zihnimdeki tazeliğini muhafaza ediyor ve hafızamın dehlizlerinden bir türlü çıkmıyor. Bir süre daha çıkacağa da benzemiyor.

Hakikaten garip ve pek acip bir rüya idi...

Hastaydım.. Uzun bir zaman sonra, yatağa düşecek kadar çok hastalanmıştım. Ateşim çıkmıştı. Nereden duymuşsam, “Terleyince geçer” diyerek kat kat giyinip, kalınca battaniyelerin altına girip yattım. Zaten çok üşüyordum, bu bana pek bir iyi geldi. Bir zaman sonra, titreye titreye uyumuşum.

Kendimi bir anda bomboş bir yerde buldum. Etrafta ne bir ağaç, ne bir dağ vardı. Göz alabildiğine uzayıp giden bu tuhaf ve bembeyaz yerde, küçük sefil bir ot ya da minicik bir çakıl taşı bile bulunmuyordu.

Ben oradaydım. Ancak vaziyetim, fevkalade bir vaziyetti. O dımdızlak ovanın ortasına, şu olimpiyatlarda sırıkla yüksek atlayan atletlerin sırıkları gibi bir sırık dikiliydi. Ve ben, o sırığın tam tepesinde, ellerimle ve bacaklarımla, sırığa can havliyle sarılmış bir halde oradaydım. O sırığın dibinde ise, iri bir aslan duruyordu. Aslan, arada bir yattığı yerden kalkıyor, sırığın etrafını fırdönüyor ve bir miktar da sabırsız bakışlarla; yukarıya, sırığın en tepesine, yani bana bakıyordu.

Ben o sırığın tepesinde, ellerimin yavaş yavaş terlediğini ve kollarımın yorulduğunu hissediyordum. Bir süre sonra, çar ü naçar, aşağıya kayacağımın şuurundaydım. Cismimi, bir korku sarmaya başladı.

Kendi kendime:

“Ben şimdi ne yapacağım? Bu vaziyette iken, o aslanın pençelerinden kendimi nasıl kurtaracağım?” diye düşünüp dururken uyandım.

“Fesuphanallah!” dedim. “Bana bu acip rüyayı gösteren, şu başımdaki ağrılı ateş midir? Bu hastalığın tesiri ile mi böyle garip bir vaziyette kendimi gördüm?” diye düşünmeye başladım. Bir zaman sonra, “Sekizinci Söz” hatırıma geldi.

Sekizinci Söz’ü pek alâ bilirsiniz.

Eski zamanda iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddi bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: Sağ yolda kanun ve nizama tabiiyet mecburiyeti vardır. Fakat, o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise, serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihaptaki ihtiyar sizindir (seçme hakkı size aittir).”

Sekizinci Söz’deki bu hikayenin devamında, iki yolcudan güzel huylu olanı, sağ; ahlâksız ve serseri olanı ise sol yola revan olur.

Her ikisinin de başına türlü türlü acip vaziyetler gelir. Kuyulara düşerler, kuyuların duvarında göğermiş bir ağacın, üzerinde her türlü meyvenin bittiği dallarına can havli ile tutunurlar. Sonra biri beyaz, biri siyah iki fare gelip, o dalları kemirmeye başlar. Kuyunun dibinde bir ejderha, başında ise canavar bir aslan bekler.

Üstad, her iki yolcunun acip vaziyetlerini ve karşılaştıkları o acip durumlar karşısındaki tepkilerini tek tek izah ettikten sonra, faslın sonuna doğru, temsili hikayecikte geçen o kuyunun, ağaç dallarının, beyaz ve siyah farenin, kuyu dibindeki ejderhanın ve kuyunun başında bekleyen aslanın neyi simgelediğini açık eder.

Sekizinci Söz’ün, benim tuhaf rüyam ile en büyük benzerliği kuyunun başını bekleyen aslandı. Zaten Söz’ü hatırıma getiren de bu aslan oldu. Ben, kuyuya düşmediysem de, vaziyetim, o temsildeki yolculardan pek farklı değildi. Beni de bekleyen bir aslan vardı. Ve Üstad’ın ifadesiyle aslan, “ölüm ve eceli” temsil etmekteydi.

Sekizinci Söz’ün ışığında, kendi rüyamı tabir etmeye başladım.

O sırık, benim ömrümdü. Ben o ömür sırığına can siperane sarılmıştım. Fakat ne çare! Bir süre sonra, yorulacaktım, ellerim terleyecekti ve belki şakül gibi aniden, belki ağır ağır, kaya kaya aşağıya inecektim. Ömrüm bir gün bitecekti.

Ben, sarıp sarmaladığım, sıkıca tutunmaya çalıştığım hayattan sıyrılıp düştüğümde ise, ecel aslanı, beni yutacaktı.

Peki o yer? O bembeyaz ve bomboş yer de neresiydi ve neyi simgeliyordu? Ve neden böylesine bomboştu?

İşte rüyada gördüğüm o hiçlik çölü şu dünyadır. Dünya, rüya aleminde bana bomboş görünmüştü. Çünkü ben, o korkunç vaziyette iken, etrafıma bakıyor ama beni o ecel aslanının elinden kurtaracak hiçbir şey göremiyordum. Hakikatte de, insanı ecelin elinden kurtaracak hiçbir şey yoktur. Madem böyledir; öyleyse dünyadaki her şey, bir bakıma hiçbir şeydir.

Hanlar, hamamlar. Hudutları sıradağlarla çizili saltanatlar, tahtlar ve taçlar... Evler, kat kat apartmanlar.. Banka hesapları, borsalar, karaborsalar... inciler, mercanlar, altın, elmas ve gümüşler... İyi gün dostlukları, yüksek mevkide ahbaplar... İnsanı ecel aslanının pençelerinden kurtaramadıktan sonra, ha vardılar, ha yoktular!

İşte bu yüzden dünyayı, hayatımın başına tutunduğum o yeri, bomboş hiçlik çölü şeklinde görmüştüm. Beni ecel aslanının elinden kurtaramayacak dünya, çöl de olsa, bağ-bağistan da olsa fark etmezdi.

Ateşim biraz düşmüş, başımdaki ağrı bir miktar şifa bulmuştu. Yattığım yerden, o kat kat battaniyelerin altından çıkıp, kitaplarımın yanına gittim.

Sekizinci Söz’deki o bahtiyar yolcu, o korkunç vaziyette iken şöyle bağırıyordu:

Ey bu yerlerin Hâkim’i! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve Sana hizmetkârım ve Senin rızanı istiyorum ve Seni arıyorum!

Böylece, başına musallat olan türlü türlü belalardan kurtulduğu gibi, o kuyu başındaki aslan, yolcu için munis bir hizmetkâra, hatta onu alıp götürecek itaatkâr bir bineğe dönüşüveriyordu. Çünkü bu acip ve karışık işlerden, o ecel aslanının pençelerinden kurtulmanın başka bir çaresi yoktu.

Son sözü Sözler’in müellifine bırakalım:

Elhâsıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa, zahiren bir Cennet içinde olsa da, manen Cehennemdedir. Ve her kim, hayat-ı bâkiyeye ciddi müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin intizar (bekleme) salonu hükmünde gördüğü için, hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder.