TR EN

Dil Seçin

Ara

Hayatla Tabir Edilen Rüya

Nilüfer, yoğun günün ardından evine, güvenli limanına dönmek üzere vapura binmişti. Vapurda en çok pervanelerin suları köpüklendirdiği kısımda oturmayı seviyordu. Yine orada kendine oturacak bir yer buldu. Ne garip şey, limandan geminin ayrılması, karadan uzaklaşıp denizin bilinmezliğine doğru yol alması, aynen çocukluğun sakin, güvenli limanından; gençliğin, hayatın bilinmezliğine doğru hareketi gibiydi. Allah’tan bu gemi dönebiliyordu limana. Oysa hayat öyle mi? Bir kere ayrıldığınız limana bir daha dönemiyorsunuz.

“Hayat hep böyle” diye düşündü Nilüfer. “Ancak hayallerde, hatıralarda geri dönebiliyorsun ayrıldığın limanlara.” Yahya Kemal ne güzel de anlatmıştı Sessiz Gemi’de:

     Artık demir almak günü gelmişse zamandan

     Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

     Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden

     Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden.

Evet, giden bir daha dönmüyordu. Giden gün bir daha geri gelmiyordu. Hayat bir yolculuktu, geriye dönülmeyen. Bütün bunlar suyun köpürüp denizi şeffaflaştırdığı gibi Nilüfer’in hatıralarını da şeffaflaştırdı.

Çocuktu, genç olmuştu, şimdi ise orta yaşlı denen kategorideydi. Neler yaşamıştı neler. Her yılından binler kitap çıkacak kadar çok şeyler. Ve ne çok limana uğrayıp ayrılmıştı.

Erguvanların açıp, bahara göz kırptığı, insanları dışarıya davet ettiği bu günlerde bir davet daha vardı şehirde. Her yerde afişler asılıydı. Gazetelerde ilânlar. Evet, nisan ayının son haftası Kutlu Doğum Haftası olarak kutlanıyordu; bir hafta yetmiyordu. İnsanlar neredeyse ayın tamamını Kutlu Doğum Ayı olarak kutluyorlardı. Her yerde programlar yapılıyor, Peygambere (sav) dair çok şeyler konuşuluyor, insanlar coşuyor, ağlıyor, hatırlıyordu o Kutlu Misafiri (sav).

Bütün bunlar hayatımızın bir rengi gibiydi. Renkten öte geçiyor muydu peki? Bu soruyu “bilmiyorum” diye yanıtladı Nilüfer. Hayatta bir şeyi değiştirmek zordu. Değiştirmek için çok ihtiyaç hissetmek ve cehd göstermek gerekiyordu. Bütün bu programlarla insanlar yapmaları gerekeni hatırlıyorlardı. Ama ne hazindir; dünyanın çağrısı daha kuvvetli ve cazipti. Bir ayda hatırlanan, hemen o cazibenin arkasından kayboluyordu. Hatırlamak önemliydi; hem hayatımıza yön verenleri, hem de yaşadıklarımızı. Kendimize çeki düzen vermemize katkısı vardı tabii.

Nilüfer, vapur limandan uzaklaştıkça, çocukluk yıllarına daha bir yakınlaştı hafızasında. Yıllar önceydi. Herhalde ortaokula gittiği yıllardı. Evinden uzaklarda, yatılı bir okulda okuyordu. Kalabalık içinde nasıl yalnız kalınır, yalnızlık nasıl insanı boğar, bunu öğrendiği yıllardı. Bir rüya görmüştü. Rüyasında, okuduğu okulun kantininde bir masa vardı. Masanın üzerinde belli ki çok garip şeyler yapılmıştı. Masa, kandan ve kesik izlerinden çürümeye yüz tutmuştu. Orada birisi Nilüfer’e “Burada Peygamber’i (sav) katlettiler, bizi de katlederler mi acaba?” deyince Nilüfer, sapsarı kesilmişti. Korkudan kaçmıştı oradan. Kaçarken bir kuyuya düşmüştü. Dehşet içindeyken birden dehşeti, ünsiyete dönüşmüştü. Kuyunun içi aydınlıktı. Bir göl gibiydi. Öyle bir göl ki etrafında kırmızı, pembe, mor cam güzelleri vardı. Salkım söğütler gölde kendilerini seyredercesine eğilmişlerdi göle. Nilüfer şaşırdı şaşırmasına, ama çok da sevindi. Yüzüyor ve kendini çok emin hissediyordu. Uyandığında, rüyaya bir anlam veremedi. Kimseye de söyleyemedi, lakin unutmadı da.

Nilüfer hafızasında yaptığı yolculuktan tekrar şimdiye dönünce “Ne garip, rüyayı hayatım tabir etti” diye düşündü. O yıllarda Rasulullah (sav) kim, bilmiyordu tam olarak. Sadece annesinin bir şeye başlarken “Yâ Allah! Yâ Muhammed! Yâ Ali!” deyişinden dolayı biliyordu Muhammed ismini. Sadece Peygamber olduğunu, daha fazlası değil. O’nun (sav) âlemlere rahmet olduğunu, o rahmetin kendine de değeceğinden, yağdığından haberi yoktu henüz.

Evet, orada, o masada katledilen Rasulullah değildi elbette, ama O’nun (sav) sünneti, bize yol göstericiliğiydi. Hayatımızdan sinsice çıkarılışı bizim hayatlarımızın hayatının kesintiye uğratılmasıydı.

Kuyu ise zahirde kuyuydu ve Nilüfer’in o küçük yaşında dinin emrine girişin hapse giriş zannedilişini remzediyordu. Zahiren anne ve babasından uzaklaşmanın, toplumda ayıplanmanın, garip görülmenin, ikinci sınıf vatandaş sayılmanın karanlık kuyusuna dalmış gibiydi. Ama o “kuyu”da öyle bir nur bulmuştu ki, bütün karanlıklarına galip gelmişti, dünyası nurlanmıştı.

Allah Resulü’nün sünnetini bulmuş, getirdiği Kur’an’a yol bulup oradan Rabbine ulaşmıştı. Bütün bu hayat serüveni ne acayipti ve ne güzeldi. Sanki bir rahmet bulutu, Nilüfer’i kanatlarının altına almış, sonsuzluğa açılan bir yolda Rabbinin huzuruna taşımıştı.

Evet, Rasulullah (sav) hem âlemlere rahmetti, hem de rauf ve rahimdi. Gönderen, onu öyle tarif ediyordu. Nilüfer’in gözleri doldu, ağlıyordu; hem de Rasulullah’a sesleniyordu içinden: “Yâ Rasulallah, şimdi tüm hayatım için şükür hisleriyle doluyum. Seni bana tanıtan, Seni “âlemlere rahmet” olarak yağdıran, o rahmeti bana da ulaştıran Rabbime şükrediyorum. Senin getirdiğin hükümlerle yaşamaya çalışıyorum. Ama ne yaman bir çelişki ki; senin sünnetinle yaşamaya çalışanlar garip bu dünyada. Senin de söylediğin gibi “Bu din garip geldi, garip devam edecek ve garip olarak gidecek.”

Sana uyduklarını söyleyenlerin yanında bile garip kaldık zaman zaman. Dünya çok kirlendi. Senin nuruna muhtaç. Yol göstericiliğine, müjdene muhtaç. Yâ Rasulallah öyle muhtacız ki sana. Ümmetin paramparça, senin birleştiriciliğine muhtaç. Senin getirdiğin ve söylediğin “Müminler ancak kardeştirler” âyetinin hükmüne muhtacız. Birbirimizi kardeş görmekten öyle uzaklaştık ve uzaklaştırıldık ki!

Bir seslensen yetecek sanki: “Ey Müminler! Toparlanın, toparlanın ki çiğnetmeyin sünnetimi, getirdiğim hükümleri, hakikatleri.” Aslında sesleniyorsun, Kur’an elimizde. Sünnetlerini yarım yamalak da olsa biliyoruz. Ama ne çare ki bilmek yetmiyor. Yaşamak, bildiğimizle hallenmek, halimizi ihlasla devam ettirmek gerekiyor.

Himmetini istiyoruz yâ Rasulallah! Duanı talep ediyoruz, tâ ki paramparça olmuş dünyamız bir düzen bulsun, ruhumuza sekine insin. Senin sünnetini yaşayalım. Seninle yaşayalım. Tâ ki sana benzeyelim ve felâh bulalım. Her muhtaç gibi, ben de sesleniyorum sana: “Yetiş yâ Rasulallah!” “Himmet et yâ Habiballah!” “Sözümüzü, özümüzü Hakka eriştirelim seninle yâ Eminevahyillah.”

Vapur limana ulaşmıştı. Nilüfer sessiz dualarına “amin” deyip, gözlerini sildi. Vapurdan indi. Sekine inen ruhuyla birlikte, evinin yolunu tuttu. Dualar O’na doğruydu. Yollar O’na akıyordu. Hayat O’nun (asm) yol göstericiliğiyle anlam buluyordu. Nilüfer bu hakikati hücrelerinde hissediyordu.