TR EN

Dil Seçin

Ara

Hangisi Fıtrî: Tesettür Mü, Açıklık Mı?

Mevlana, şu topraklarda yeşeren medeniyetin baş mimarlarından biridir. Taraflı tarafsız herkesin kabul ettiği bir gönül sultanıdır. UNESCO, geçen yılı ‘Mevlana Yılı’ ilan ederek, o gönül sultanın eteğinde, ufku her geçen gün kararmakta olan dünyamıza bir ışık sundu. Medeniyetimiz adına bir şeref sayılmalı.

Bununla birlikte, Mevlana adlı o hikmet güneşinin ışıklarından şu ülkenin kendi evlatları acaba yeterince istifade edebiliyor mu? Onun eşi benzeri olmayan Mesnevi’sini acaba okuyup yeterince idrak edebildik mi? “Ne olursan ol yine gel!” sözünü öncesinden koparıp ‘her yola eyvallah’ anlamında ucuz bir slogana çok güzel dönüştürüyoruz. Ama sıra başörtüsüne gelince, kaşlarımızı çatıp “Başörtülüysen gelme!” diye üniversite kapısına dikiliveriyor oluşumuzun izahı var mı?

Besbelli ki biz Hazreti Mevlana’yı derinliğine bilmiyoruz. Ama yine de, genciyle yaşlısıyla “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!” sözünü işitmişizdir. Neredeyse hepimizin evinde bir süs eşyasının üzerinde yazılıdır. Yine ona atfedilen bir söz vardır: “Nice insan gördüm üzerinde elbisesi yoktu, nice elbise gördüm içinde insan yoktu.”

Halk arasında popüler olan bu sözler, aslında Mevlana’nın terminolojisinde çok önemli bir yeri olan ‘sûret-mana’ (biçim-anlam) ikiliği üzerine kuruludur. Sûret ya da biçim, Mevlana’ya göre öz değildir. Bu konuda o kadar keskin bir yaklaşıma sahiptir ki, Mesnevi’de verdiği bir örnekte, insan bedeni için dahi, duvara tebeşirle bir insan resmi yapsak onun da gözü kaşı olur; insandan maksat bedeni değildir, der. İnsanın özü esası, onun ruhu ve manasıdır.

İşte bu Mevlana, bugün küresel ölçekte yaşanan sevgisizlik ve hoşgörüsüzlük sorunlarına çare olarak görülüyor. Üstelik bizim ait olduğumuz medeniyetin bir temsilcisi olarak! Peki, o medeniyetin bugünkü temsilcileri acaba o büyük mütefekkiri ne kadar hayatlarına taşımış durumda? Örneğin, bugün dinî inancı gereği başını örten kız öğrencileri “Üniversiteye alalım mı almayalım mı?” diye tartışma yapanlar, nasıl bir ‘öz’ün peşindeler? Sadece ‘olduğu gibi görünme’ derdinde olana, yıllardır “Olduğun gibi değil, bizim istediğimiz gibi görüneceksin!” baskısının arkasında nasıl bir sağlıklı düşünce biçimi yatıyor olabilir? İçinde kendi rızasıyla inşa edilmiş bir insan olmadıktan sonra, ‘elbise üzerinde oynama’yla olumlu bir netice alınabilir mi?

Tahakkümün gerçekten ilginç bir tabiatı var. Daima ‘sûret’e yöneliyor. Sûrete zorla şekil vererek âleme nizam verme sevdasıyla yanıp tutuşuyor. Ne var ki bu zorlamaların sınırı, ‘ruh ülkesi’nin sınırına kadardır. Eğer bir ruh, kendi hürriyetini kendi eliyle teslim etmediyse, boğazına bıçak dayansa bile canını teslim edene kadar şu sözü haykırır durur: “Bedenimi ele geçirebilirsin, ama ruhumu asla!” Hür olan hiçbir ruh, kendisine zorla dayatılanı ‘benim’semez, benimseyemez çünkü. ‘Kalp ülkesi’ öyle kolayca fethedilebilecek bir ülke değildir. Tahakküm ile belki ‘fethetmiş’ görünürsünüz. Ama yaptığınız, sadece onu ‘olmadığı şekilde görünme’ye zorlamaktır. Tecrübe ettirdiğiniz şeyin adına da, ‘samimiyetsizlik’ denir. Tıpkı peruk takmak zorunda bırakılmış kızların tecrübe ettiği gibi. Bu gerçeği anlamak bu kadar zor mu?

Hasılı, Mevlana’nın şahsında, nasıl bir medeniyetin üyeleri olduğumuzu bugünlerde yeniden hatırlamaya çok ama çok ihtiyacımız var. ‘Siyaset topuzu’nu sağa sola sallayıp gönülleri kırmak, bu medeniyetin kodları arasında yer almıyor. Bir yere varmak istiyorsak, bunu ‘kanun zoru’yla değil, ancak kalpleri fethederek yapabiliriz. Yazık olan şu ki, Osmanlı zamanında düşmana karşı dahi gösterilen bu incelik, bugün bu topraklarda tarihi bin yıla yaklaşan yerli halka kendi inancından dolayı yapılıyor.

 

Başörtüsü, bir esaret midir?

Başörtüsüne esaret diye bakanların sayısı -şaşılacak bir durum ama- hiç de az değil. Bunu diyenler, başörtülü kadınların halihazırdaki durumlarını tasvir ederek bir açıklama getiriyorlar. Diyorlar ki, “İşte bakın, başı açık kadınlar üniversite okuyor, bir meslek sahibi oluyor ve kendi ayakları üzerinde duruyorlar. Kocaları ya da babalarının emri altına girmek zorunda kalmıyorlar. Ya başörtülüler? Onlar bunların hiçbirini yapamıyor. Başörtüsü, onları evde yaşamaya mahkûm ediyor. Dolayısıyla başörtüsü bir esarettir.” Ve şu çağrıda bulunuyorlar: “Ey başörtülü hanımlar! Siz de başınızdaki örtüyü çıkarın ve özgür olun!”

İddianın özeti bu. Peki, başörtülüler ne diyorlar: “Biz başörtüsünü dinin bir emri olduğu için takıyoruz. Ve başörtüsünün bizi esir ettiğini düşünmüyoruz. Çünkü biz başörtümüzle evde oturmak değil, üniversitede okumak istiyoruz.” Nitekim, üniversiteye girişte başörtüsü yasağı uygulanmaya başladığından beri, maddi durumu iyi olan başörtülü kızlar, evlerinde oturmayı değil tahsillerine devam edebilmek için yurt dışına çıkmayı tercih ettiler. Bu nasıl bir esaret ki, mağdur ettiği kişinin değil evini, ülke dışına çıkıp tahsil görmesine onay veriyor?

İşin ‘yaygara’ kısmını bir kenara bırakırsak, bunda anlaşılmayacak bir şey yok aslında: Kadınları esir eden, başörtüsü değil, başörtüsünü yasaklayanlar ve yasaklanmasını savunan kimse, onlardır. Özellikle başörtülü kızların nispi rahatlık döneminde elde ettiği başarı, bu kimseleri fena halde korkuttu. Ve kendi yasakçı zihniyetlerini gizlemek için suçu başörtüsüne atmaya sevk etti.

İlginçtir, tesettür emrinin geçtiği Ahzâb Suresi’ndeki ifade de, “...dış örtülerini üstlerine almalarını söyle.” (Ahzâb, 59) şeklindedir. Yani örtünün kadını eve kapattığı iddiası, boş bir iddiadır. Çünkü örtü, esas olarak, mü’min bir kadının evinin dışında uyması gereken bir ilâhi emirdir. En önemli hikmeti de, kadının serbestçe hareket edebilmesini sağlamaya dönük olmasıdır.

 

“Mü’min hanımlara söyle…”

Tesettürle ilgili bir kafa karışıklığı da, İslâm’ın emrinin bütün kadınları kapsadığı gibi bir izlenim oluşturulmaya çalışılmasından doğuyor. Oysa, hüküm sadece ‘mü’min hanımlar’ı kapsıyor. Ayet, “Mü’min hanımlara söyle!” (Nur Suresi, 31) buyuruyor. Demek ki kadın ile örtü meselesini, ‘iman faktörü’nü bir kenara bırakıp konuşamayız. Kur’an, sadece iman etmiş hanımlara örtünmelerini emrediyor. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanan hanımlar, tüm bunlara iman ettikten sonra herhangi bir zorlama olmaksızın örtünme emrine uyarlar. Nitekim on dört asırdır bu böyle olmuş ve bugün de böyle.

Kur’an’da muhatabın bu şekilde sadece ‘mü’min hanımlar’ ile sınırlı tutulması, aslında rahatlatıcı yönde bir ifadedir. Ama vakıa, öyle olmuyor. Çünkü en çok da başörtüsüne veya genel olarak tesettüre karşı olanlar, Müslümanlığı kimseye bırakmıyorlar. Ve “Ne yani, biz Müslüman değil miyiz şimdi?” diye çıkışıyorlar. Haşa, “Ben Müslümanım” diyene “Hayır, sen Müslüman değilsin!” demek kimsenin haddi değil. Ama Kur’an’da açık bir hüküm varken ve on dört asırdır bu hüküm mü’min hanımlar tarafından uygulanmakta iken, “Kur’an’da örtünme emri yoktur” demek de kimsenin haddi değil! Neticede din, hatır-gönül ilişkisine dayanan bir kurum değil ki, ona göre aramızda uzlaşmayla keyfî düzenlemelere gidilebilsin. Bununla birlikte, başörtüsünü hafife almak kadar, onu bir tarafgirlik duygusu içinde dinin her şeyiymiş gibi göstermenin de doğru bir tutum olmadığını açıkça ifade etmekten çekinmemeliyiz.

 

İstatistiklerin dili olsa…

Başörtüsü tartışmalarında dikkati çeken hususlardan biri de, örtünme-karşıtlarının dünyanın bugünkü medeniyet seviyesinden çok emin bir duruş sergilemeleridir. İlericilik, çağdaşlık gibi klişe sözcüklerden kurulu gözbağcı bir söylemle, özellikle Batı medeniyetinin bugün içine düştüğü girdap bir okus-pokusla yokmuş farzedilmeye çalışılıyor. Ama Batı toplumlarına ilişkin istatistikler hiç de bu gözbağcı söylemi destekler veriler sunmuyor bugünlerde.

Özellikle Batı toplumlarında ‘aile’ ile ilgili çok önemli bir çöküş yaşanıyor. Arnold Toynbee gibi Batılı düşünce adamları, ailenin çöküşünü Batı medeniyetinin çöküşünün işaretleri olarak okuyor ve kendi toplumlarını bu konuda uyarıyorlar. Bugün AB ülkelerindeki boşanma oranı % 40 civarında. Bu oran, Almanya’da % 52, İngiltere’de % 60, Rusya’da % 65, Belçika’da ise % 75. Avrupa’nın diğer ülkelerinde de çok iç açıcı bir tablo yok bu konuda.

Boşanma, bugün Batı toplumlarında evlenme kadar yerleşik bir olay haline geldi. İki ay önce Avusturya’nın başkenti Viyana’da yapılan ‘boşanma fuarı’nın ana fikri, boşanmanın tarafların psikolojik bunalıma sürüklenip hayatlarının kalan kısmını bu sıkıntıyla yaşamalarının önüne geçmekti. Anlayacağınız, ‘muasır medeniyet’ bugünlerde, “Madem aileyi ayakta tutamıyoruz, biz de boşanmayı tatsız bir şey olmaktan çıkarırız” hesabında. Bizde ise, onca çalkantıya rağmen, boşanma oranı % 6 civarında seyrediyor.

Burada soru şu: Peki, ne oldu da Batı medeniyeti bu noktaya geldi? Şimdi modern düşüncenin ötedünyasız, sadece bu dünya hayatına gözünü dikmiş, bireyci ve bencil tabiatını hesaba katmadan, toplumun temel birimi olarak ‘aile’yi silip yerine ‘birey’i koyduğunu göz önüne almadan, bu bakış açısıyla evlilik gibi bir kurumu bile menfaatlerin çatışma alanına çevirdiğini görmeden, mevcut tabloyu açıklamanın bir imkânı var mı?

Ya, bizim toplumumuzda boşanma oranının onca çalkantıya rağmen % 6 civarında seyretmesini, evlenme konusuna hâlâ iki ayrı insanın ‘ebedi refika’ inancı içinde yaklaşması ve bu samimi inanca yönelecek her türlü güven giderici duruma bir önlem olarak (dinin emri olan) ‘örtünme’ye itibar etmesini hesaba katmadan, gerçekten doğru bir şekilde anlayabilir miyiz?

 

Sonuç

Batı toplumlarında bugün gözüken tablo, bizim yüzeysel çağdaşlaşmacılarımız hoşlanmasa da, açık saçıklığın aile içindeki güven ve saadet ortamını zehirlediğini gösteriyor. Açık saçıklığın insan psikolojisinde yol açtığı etki gereği, sürekli daha güzelini gören gözler, aynı cinsiyet içinde kıskançlık ve çekememezliğe; karşıt cinsler arasında ise gayrimeşru çekimlere sebep oluyor. Bu ise, aile birliğinin ihtiyaç duyduğu sevgi ve güven temelini, kökünden sarsıyor. Böylece toplum genel olarak huzursuzluk ve değersizlik ortamına sürüklenerek, aile kurumunu ayakta tutamayacak bir sefahat ve sükût düzeyine iniyor.

Buna karşılık, nazik bir tabiata sahip olan kadınların, hem kendilerini hem çocuklarını himaye edecek bir erkeğe fıtraten ihtiyaç duymaları ve ‘ebedî bir hayat arkadaşı’ inancı çerçevesinde karı-koca arasında sevgi ve güvene dayalı ilişkinin tesis edilmesi adına örtünmesi ve bunun bir parçası olarak başörtüsü takması, elbette hem onların fıtratına uygundur, hem toplum ahlâkına uygundur, hem de iman edildiği söylenen dinin emridir.

Gerçek medeniyet ölçüleri içinde bakmadan, sadece bir taraf olmanın getirdiği hastalıklı bir ruh haliyle ve sırf ‘Dinin emridir’ diye baştan kesip atmayı marifet bilmek ise ne bilimle, ne iz’anla, ne hukukla, ne empatiyle, ne de ilerici olmanın temel ölçüsü olması gereken ‘medenîlik’ ile örtüşür.