TR EN

Dil Seçin

Ara

Hangisi ‘Hasene’? / İncelikler

“Rabbimiz! Bize dünyada da hasene, ahirette de hasene ver; bizi ateşin azabından koru.”(Bakara,201) âyet-i kerimesindeki ‘hasene’ nasıl anlaşılmalı?

Rabbimizden istediğimiz ve dünyada da ahirette de bizim için ‘güzel’ olan nedir?

 

Aynı dilde konuşuyor olmanın, birbirini anlamanın yeter şartı olduğu zannedilir. Yüz yüze gelmiş iki insan aynı dili gayet iyi biliyorsa, anlaşmamaları için bir engel yok diye düşünülür. Oysa, aynı dili konuşmak yetmez. Aynı dildeki aynı kelimeye aynı anlamı yüklüyor olmak da gerekir. Diğer bir ifadeyle, kelime birliğini kavram birliğinin izliyor olması gerekir. Bu kavram birliği ise, kavrayış ve anlayış birliğini zorunlu kılar.

Her namazın son rekatında dua olarak tekrar ettiğimiz bir Kur’ân âyetine dair ‘resmî’ bir yorumla yüz yüze geldiğimde aklıma ilk gelen husus, bunlardı. Bu resmî yorum, tam da içinde bulunulan rejimin fikriyatıyla uyum içinde, ne yazık ki âyeti ‘protestan bir din’ anlayışına basamak kılma uğraşındaydı.

Sözünü ettiğimiz âyet, Bakara sûresinin 201. âyeti. Kısa bir meali “Rabbimiz! Bize dünyada da hasene, âhirette de hasene ver; bizi ateşin azabından koru.” olan ve her namazın son rekatında, tahiyye ve salâvattan sonra dua olarak okunan bu âyetin ‘resmî’ yorumu ise şöyle: “Bu âyet sadece âhiret için değil, dünya için de çalışmanın lüzumuna işaret etmekte; dünyada zengin olmanın, servet edinmenin kötü bir şey olmadığını göstermektedir. Bilakis, bunlar, Rabbimizin istediği şeylerdir.”

Bu yorumda göze çarpan en ciddi unsur, “Rabbimiz! Bize dünyada da hasene ver, âhirette de hasene ver.” mealindeki âyetin en ziyade vurguladığı ‘hasene’nin tanımıdır. Âyet, ‘zengin olmanın, servet edinmenin kötü olmadığı’nı gösteriyor diye yorumlandığına göre, ‘hasene’den anlaşılan ‘zenginlik ve servet’tir. Bu ise, yorumu yapanın dünyasında, zengin olmanın ‘güzel’ bir hal olarak görüldüğünün delilidir.

Oysa, bizatihî Kur’ân, Hz. Süleyman gibi eşsiz bir servete erişmiş mübarek kullardan da; Kârun gibi zenginliğiyle sapan insanlardan da söz eder. Birçok Kur’ân âyeti, zenginliğini gurur ve üstünlük sebebi kılan şükürsüz zenginleri uyarır; birçok âyette geçmişte böyle yapanların başına neler geldiğini hatırlatır. Doğrudan doğruya Kur’ân, ‘hasene’yi dünya için ‘zenginlik ve servet’ diye tanımlamanın ne kadar dar, sığ ve yanıltıcı olduğunu açıkça bildiren mesajlar yüklüdür.

Âyet, ‘dünyada da hasene, âhirette de hasene’den söz ettiğine göre, istenen ‘hasene’ her iki dünyada da geçerli ve elzem olan bir şeydir. Keza, her iki dünyada da ‘hasene’nin talep edilmesi, iki dünyanın uyumu zaruretine işaret etmektedir. Dünya ve âhireti birbirinin rakibi olan veya birbirinden kopuk ‘ayrı dünyalar’ olarak görmeyip, ikisinde de en hayırlı şeyin ‘hasene’ olduğu bir bütünlük içinde yorumlamayı gerektirmektedir. Nitekim, Kur’ân’ın elçisi ve ilk muhatabı olan Resul-i Ekrem, bize, dünyayı üç ayrı yüzüyle sunar: Fani yüzü, âhirete bakan yüzü ve Esma-i Hüsna’ya bakan yüzü. Ümmî nebînin hayatı, bu üçlemeye ilişkin nice dersler yüklüdür.

Meselâ, dünyanın faniliğine aldanma tehlikesine karşı, şöyle demektedir: “Ben bu dünyayı ne yapayım? Ben ve bu dünya, yolcu ve altında gölgelendiği ağaç misaliyiz. Bir müddet sonra yolcu yoluna gider ve onu arkasında bırakır.”

Ama öte yandan, “dünya âhiretin tarlasıdır.” Keza, pek çok hadisinde lâfzen, diğerlerinde ise mânen vurguladığı üzere, şu dünya, Rabbimizi isimleriyle bildirmektedir.

Sözün kısası, tek-boyutlu değildir dünya. O tek boyutu iyi veya o tek boyutu kötü olan bir şey değildir. Fani yüzüne bakılırsa, adı üstünde denîdir, aşağıdır ve geçicidir. Nitekim, dikkatli bir müfessir Kur’ânî ‘hayâte’d-dünyâ’ ifadesini ‘denî hayat’, ‘aşağı hayat’ olarak tefsir ederken bir hakikata işaret etmektedir. İbrahim sûresinin üçüncü âyetinde geçen ‘âhirete karşı hayâte’d-dünyâ’yı sevenler, elbette dünyayı bu fani ve denî yüzüyle sevenler; onu âhiretin tarlası ve ilahî isimlerin aynası kılmayanlardır. Dünya bizatihî kötü değildir; ama âhiretin tarlası, ilahî isimlerin aynası kılınmadığı sürece kötüdür. O yüzde hiçbir güzellik yoktur. Bilakis, o yüzde kalındığı sürece, en güzel şeyler bile çirkinliğe, en mükemmel şeyler bile abesiyete dönüşmektedir. Sonunda solup gitmesiyle bizi sonsuz acılara gark edecek bir çiçek, kimseyi cezbetmez. Hiç kimse “İleride seni terkedeceğim.” diyen birini sevmez. Bütün aşklara ‘sonsuza kadar beraber olma’ düşüncesiyle başlar ve ancak o düşünceyle kalıcı olur.

Tüm bu fıtrî gerçeklerden, ‘dünyadaki hasene’nin, dünyanın fani yüzünde kalan şeyler olmadığı anlaşılır. Geçip giden bir güzellik, şükürsüz bir zenginlik, Allah’tan bilinmeyip O’nun adına kendisinden infak edilmeyen bir servet, ihtiyarlıkla birlikte sönüp gidecek bir hâfıza, bu nitelikte kaldığı sürece bir ‘hasene’ değildir. Fâni yüzde kalan biri için, bugünün yüz güzelliği yarın solup gitmesi mutlak olduğundan, şimdiden acılar yaşatır. Edinilen servet, onu kaybetme korkusuyla uykuları kaçan vesveseli bir hazine bekçisine dönüştürür. Şu dünyanın her bir metaı, Sahibi bilinmediği ve veriliş amacına uygun kullanılmadığı sürece, olsa olsa, insanın azabını arttıracaktır.

Açıkçası “Rabbimiz! Bize dünyada hasene ver.” derken istenen, dünyanın fani yüzüne ilişkin bir şey değildir. O halde, kasdolunan ‘hasene’nin gelip geçer maddî güzellik kalıplarına değil; şu dünyada bize verilen metaın ‘niteliği’ne; ona nasıl ve ne adına muhatap olunduğuna baktığı açıkça ortaya çıkmaktadır.

Gençlik, zahiren, insana güzel gelir. Ama, dünyanın fani yüzüyle bakılırsa güzel değildir; çünkü daha o dönemi yaşarken, bir gün gelip gideceği endişesiyle kararır ve çirkinleşir. Üç beş yıl sonra geçip gider. Sonraki tüm yıllar, “Nerede o gençlik günleri. Keşke geri gelseler.” gibi yakınmalarla dolar. Çokları da ‘gençlik sarhoşluğu’ndan, ‘gençliğine aldanmış olmak’tan yakınır durur. Ama o gençlik, eğer iman ve ubudiyet yolunda sarfedilmiş ise, bu hüznü ve acıyı yaşatmaz. Geçip gidiyor olsa bile, bilir ki insan, bu gençliği veren, onu yolunda ve yerinde kullanana ebedî bir gençlik bahşetmeye muktedirdir. Şu fani gençlik tarlasına âhirette boy verecek iman ve ubudiyet tohumları atan, âhiret hayatında ebedî bir gençlik içinde daimî meyveler devşirecektir. Bu bakımdan, iman ve ubudiyet şuuru, gençlik nimetini onun için şu dünyada da ‘hasene’, âhirette de ‘hasene’ kılmaktadır—gidişiyle insanı acılara garkeden, ve bir daha asla gelmeyecek olan acımasız bir sevgili değil.

Âhirete bakan yüzdeki bu ‘hasene’ Esma-i Hüsna’ya bakan ‘üçüncü yüz’ için de geçerlidir. Rabbimizin isimleri, adı üstünde hasendir, güzeldir. Zaten, bütün güzellikler, o Cemîl-i Zülcelâl’in ‘güzel isimleri’nin cilveleridir. Gençliğine dünyanın ‘üçüncü yüz’üyle muhatap olan biri, gençlik nimetinde cilveleri görülen Kadîr, Alîm, Cemîl, Latîf.. gibi güzel isimleri okuyacaktır. O isimlerin müsemmâsı olan Zât-ı Zülcelâl’i tanıyacaktır. Bütün güzel isimler O’nun olan Zâtı tanıdığında ise ne gençliği onu şımartacak, ne gençliğinin gidişi acılara atacaktır. Şımarmayacaktır; çünkü, gençliğiyle üzerinde görünenler kendisinin değil, O’nundur. Acılara atılmayacaktır; çünkü, gençliğinde üzerinde görünenlerin Mutlak Sahibi, onları yine bahşetmeye muktedirdir. Böyle biri için gençlik taşkınlık, bedbinlik veya şımarıklıkla çirkinleşmekten çıkarak, bir şükür ve hamd vesilesi olarak güzelleşecektir.

Demek ki, bir şeyin bizim için ‘hasene’ oluşu, bizim ona muhatap oluşumuz ile ilgilidir. Ne şımartan bir gençlik güzeldir, ne acılara boğan bir ihtiyarlık. Ne azdıran zenginlik güzeldir, ne bezdiren fakirlik. ‘Güzel’liğin iksiri, ona bakışımızdadır. İmanî bir nazardan ve ubudiyet halinden uzak olan zenginliğiyle azar, fakirliğiyle isyana girişir iken; mü’min, imanı nisbetinde, zenginliği bir şükür ve hamd, fakirliğini ise bir dua ve terbiye vesilesi kılmaktadır. İmansız bir nazar, en büyük nimetlere gark olduğu anda bile hayalî felâket senaryoları ile hayatını zehir ederken, imanî bir nazar musibetleri dahi ‘Hakîm-i Rahîm’in eseri olarak hikmet ve rahmet dürbünüyle seyretmektedir. Ona göre, “Madem hayat esma-i hüsnanın nakışlarını gösterir; hayatın başına gelen her şey güzeldir.” Hastalıklar ve hatta ölüm bile.

Dolayısıyla, “Rabbimiz bize dünyada da hasene, âhirette de hasene ver.” âyetinin anlamı, kesinlikle “Bu dünyada zengin; öte dünyada cennet ehli olalım.” değildir. “Dünya için çalışmak, zengin olup servet edinmek Allah’ın istediği bir şeydir.” anlamı da kesinlikle anlamsızdır. Bu duada istenen ‘hasene’ imandır, imanî bir nazardır, ubudiyettir, dua, hamd ve şükürdür, bütün imanî hakikatlerdir. Bu dünyayı güzelleştiren, âhiretimizi ateşin azabından kurtarıp Rabbimizin güzel isimlerinin daimî cilvelerine muhatabiyetle doyumsuz bir güzelliğe ulaştıracak olan onlardır.

Bu bakımdan, Rabbimiz, zaten dünyada ‘hasene’ verdiğine âhirette de ‘hasene’ veriyor. Dünyada ‘esma-i hüsna’sını tanıyana, âhirette de ‘esma-i hüsna’sıyla muhatap oluyor. Şu dünyanın fani yüzünde kalıp, sözümona en güzel dünya nimetlerine erişse bile onu âhiret azığı yapmayan ve esma-i hüsnanın tarifnamesi kılmayanları ise, aynı âyet, devamla gelen ‘ateşin azabı’ ifadesiyle uyarıyor.

Kısacası, “Rabbim, bize dünyada hasene ver.” duasını yaparken muradımız şu olmalıdır: “Rabbim, şu dünya hayatımızı Senin esma-i hüsnânı tanımaya ve o isimleri tanımanın gerektirdiği bir ubudiyet şuuruyla yaşamayı nasip et. Şu dünyada her neye muhatap olursak olalım, o şeyde cilvelenen esma-i hüsnanı bize okuttur; o şeyi bizim için asıl meyvesini ebedî cennet yurdunda yiyeceğimiz bir fidan kıl. Bize bir an bile esma-i hüsnanı unutturma; bir an bile gayriimanî bir nazarla baktırma; tâ ki, Mahkeme-i Kübra’da hesaba ve cehennemde azaba dûçar olmayalım.”

İnşaallah bu duayı hakkıyla yapana âhirette de hasene verilecek; esma-i hüsnanın daimî cilvelerine mazhar edilecektir. Yoksa, eşyaya, Sâniine ve âhirete nisbet etmeksizin, fani yüzüyle bakanlar, bu dünyada aldatıcı ve surî bir güzelliğe ulaşsalar bile onu kaybetmenin elemiyle dünyalarını karartırken, öte dünyada ateşin azabını tadacaklardır.

Hakikat bu iken âyete yüklenen ‘resmî’ ve ‘dünyevî’ anlam, bize ilk yazıda zikrettiğimiz bir âyetin ikazını hatırlatıyor: “Ona ancak temiz olanlar dokunabilir.” Temiz olmayan dünyevîlik bulaşığı yaklaşımlar ise, okunan Kur’ân bile olsa, galiba gayretullaha dokunuyor.