TR EN

Dil Seçin

Ara

Kuzu / Öykü

Babaa, bana dinozor alsanaa!..

Kırk birinci kez aynı cümle! E buyrun şimdi... Bizim ufaklık dinozor istiyormuş. Sanki mini mini hayvanların kökü kurudu.

Gel de anlat şimdi... Neresini anlatacaksın ki, onların çok çok kocaman olduklarını mı, görevleri bittiği için Allah’ın onları dünya sahnesinden kaldırdığını mı? Her ne kadar bir şeyler söylemeye yeltensem de, oğlumun dinlemeye hiç mi hiç niyeti yok. Takmış vaziyette... Onu bildiğim için, giyotini kendime çeviriyorum. Hep bunları başıma ben musallat ettim; sen misin çocuğa dinozor çizgi filmlerini alan... Hadi şimdi buyur çırpın dur!

Ama her zaman bir B planı yok mudur? Olmaz olur mu, elbette var: “bak evladım, canım benim...” diye başlayıp, zor da olsa onu daha küçük bir şey istemeye ikna etmek. Nitekim, bundan başarılı oldum.

Ama o ne, sevinmeme fırsat vermeden bu sefer de at istemez mi?

Al başına belayı. “Evladım biraz daha küçültsen şunu!” falan derken, kendimi, ikinci ikna turlarına başlamış bizim ufaklığa yalvarırken buluyorum.

Atların büyük bahçeler istediğini, küçük yerlerde sıkılacağını, belki hasta bile olabileceğini.. vs. vs. Ve sonunda bizimkinin şefkati galeyana geldi de ısrarı bıraktı. Bundan da alnımın akıyla çıkmıştım çok şükür...

Durun bir dakika, ne mümkün!.. Sanki istemek farzmış gibi, bizim ufaklık peşimi bırakmıyor. Bu defa ne istese beğenirsiniz; at olmazsa inek istiyormuş.

Oğlum ne gıdım gıdım küçültüyorsun, şöyle bir uzun atlama yapsan olmaz mı? İnek de bizim bahçeye büyük gelir. Daha küçücük bir şey alırız sana...

Mübarek çocukta da bu ne hayvan sevgisiymiş... Ne zaman tanımış bu kadar mahlukatı; hepsini de öğrenmiş kerata. Derken uzun meydan savaşlarının ardından anlaştık; kuzuda karar kıldı beyefendi:

“Öyleyse kuzu alalım, o zaten küçük olur!”

“Ya, öyle demi küçük..” Küçük bir balıkla kandırırız derken takıldık kaldık kuzuya.

Neyse bakarız falan derken, annesinin “haydi, yemek hazır” sesiyle mesele kaynamış oldu.

Kurtuldum lafı benim züğürt tesellim canım; bizimki unutur mu?.. Aradan birkaç hafta geçmişti ki, bir yerden dönüyorken yolumuza koyun satan bir yer çıkmaz mı!..

Bizimki ânında fırladı: “Babaa kuzuu!.. Söz vermiştin!..”

İş işten geçmişti... Durmasam susmayacak; çaresiz durdum. Kendi kendime de “nasıl olsa bir bahane bulur almayız” diye de tasarlıyorum bir yandan.

Koyun satanın yanına varıp merhabalaştıktan sonra, derdimizi anlatıyoruz. Ne güzel haber ki, elinde istediğimiz kadar küçük kuzu yokmuş.

Ben de oğluma çaktırmamaya çalıştığım büyük bir sevinçle, “tüh tüh, bak istediğimiz gibi kuzu da yokmuş, hadi başka zaman geliriz,” derken satıcı araya giriverdi:

“Ama isterseniz dört beş aylık kuzular var.”

Dur be kardeşim, sen ne karışırsın işime. Adam para derdinde tabi, benim çırpınmam kimin umurunda ki!

Bizimki duydu ya, hemen tutturdu onları görelim diye.

Hain satıcı, hemen arkadan bir yerden birkaç tane kuzu getirdi. Bizimki bunları gördü, tutturdu ille de alalım diye. İş birden ciddiye biniverdi. Dur bakalım daha önce hiç kuzu bakmadık ki; bu ne yer, ne içer, nasıl yaşar?..

Satıcı bizimkini yanına aldı ya, beni de rahatlatmaya çalışıyor. “Abi hiçbir şey istemez. Bakımı kolaydır. Hani derler ya, sal çayıra Mevlâm kayıra...”

E, madem öyle, iyi tarafından bakalım canım!. Ot biçmekten kurtaracaksa beni, neden olmasın? Bahçedeki uzamış otlar da gözümün önüne gelince, “peki” diyorum, “ama bahçedeki otları yer mi, onlar yeter mi buna?”

“Üff abi, ne demek, siler süpürür. Salarsın bahçeye iş tamamdır.”

“Ya çiçeklerle fidanlar; yeni ektim onları..”

“Mümkün değil abi, bu kuzucuk ottan başkasına dokunmaz, dönüp bakmaz bile...”

Tamam öyleyse, yeni bahçıvanımız hayırlı olsun. Ve arabaya yüklenip doğru eve...

Eve varınca yüksek perdeden tiz bir sesle karşılanıyoruz... “Bu ne!” çığlığı...

Bizim ufaklığın neşesi yerinde; uçuyor sevinçten. “Anne bak, babam bana kuzu aldı, canım babacım!..”

Almasaydım neler olacağı bende saklı kalmakla beraber, şimdi hanımı ikna etmem lazım.

“Bak hanım,” diye başlayıp bir güzel “kuzunun faydalarını” sayıyorum; anlayacağınız bir anda ben de ateşli bir kuzu taraftarı olup çıkıyorum.

Ve tören eşliğinde kuzucuğu bahçeye salıyoruz. Masum kuzucuk doğru otlara gidince göğsüm kabarıyor hani.. Ben hiç yanlış iş yapar mıyım ya...

Yorgunluk hissedip eve giriyorum; tam nefes alacakken bizim ufaklığın feryadı âfakı tutuyor... Fırlıyorum ki, kuzu bizimkini gözüne kestirmiş bahçede fır dönüyorlar...

Heeyt! Çıkıp bitiriyorum olayı. Ve bizim ufaklığı sağ salim alıyorum içeri, zavallı bin pişman olmuş titriyor: “Babaa, ben onu istemiyoom!..”

Ben de içimden “oh olsun” diyorum, al sana işte, dinozor huylu bir kuzu.

Aradan birkaç saat geçtikten sonra bahçeye bakıyorum ki: bahçe tam takır temiz!..

Aman Allahım! Ben ne yaptım!?. Canavar kuzu, bahçemdeki güzelim fidanlarıma ne yaptın? Ya çiçeklerim? Onlara ben gözüm gibi bakıyordum...

Aslında ben anlamıştım; bu kuzuda bir hainlik olduğunu daha arabaya koyarken attığı tekmeden anlamıştım ama oğlumun hatırına ses çıkarmamıştım; bak işte yanılmamışım. Bana güç yetiremedi de çiçeklerimden, fidanlarımdan çıkardı hırsını. Hain işte n’olucak!

Gidenle ölünmez ya, ne yapalım, alışınca uysallaşır deyip üstüne varmadım hayvanın; ne de olsa ailesinden ayırdık onu.

Fakat günler geçti, bizim kuzu bir türlü alışamadı gitti. Her gün vukuat, her gün vukuat. Ertesi gün, hanımın çığlıkları evi yıktı; bir de baktım ki, ne göreyim, bizim hanım evin içinde oradan oraya feryat figan koşmakta; kuzu da arkasında.. Bir başka gün yeni evli yeğenim kocasıyla ziyarete gelmişler; damadın kuzu seveceği tutmuş; ancak tersi olmuş, kuzu onu sevmeye başlamış, bahçeden zor kurtarıyoruz adamı. Bir başka gün komşunun çocukları!

Ve bizim hanım karşıma bir dikiliyor ki, “bu felaketi sen getirdin eve, artık ne yapacaksan yap!..”

Ee ne yapayım, o hışımla kalkıp çekmeceden bıçağı kapıyorum.

Hanım heyecanla atılıyor: “sen tavuk bile kesemezsin ne yapıcaksın onunla?”

“Doğru” diyorum ben de “kuzuyu değil, çamaşır ipini kesecem.” Ve yeteri kadar ip kesip kuzunun karşısına çıkıyorum. Hain anlıyor niyetimin kötü olduğunu. Epey bir boğuşmadan sonra pes ediyor. Nasıl etmesin; karşısında kim var?

Arabaya attığım gibi doğru kuzuyu aldığım adama. Satıcı pis pis sırıtarak karşılıyor beni. “Hayırdır abi..”

“Hayır kardeşim, hayır. Bundan kurtulmak bize en büyük hayır. Sen bana kuzu sattım dedin. Bu düpedüz kuzu postuna bürünmüş bir kurt!.. Geri getirdim al bunu...”

O kadar perişan olmuşum ki, halimi görünce satıcı da acıyor bana herhalde, alıyor kuzusunu geriye.

O âfâtı arziyeden kurtulmanın rahatlığıyla eve dönüyorum. Şöyle dertsiz, korkusuz başımı koltuğa yaslamayı bile özlemişim deyip atıyorum kendimi rahatlığın kucağına..

“Meee, meee” diye korkunç bir sesle fırlıyorum. Uykuya bu kadar çabuk mu dalmışım; kabus mu gördüm, derken aynı dehşetli sesi bir daha duymaz mıyım “meee, meee..”

Kendimi o anda camda buluyorum; gözlerim fal taşı gibi açık…

O ses devam ediyor, “meee, meee.”

“Meee, meee,” bizim komşunun çocuğu balkona çıkmış kuzuyu arıyor.