O gün beklenmeyen bir şey oldu. Hava günlük güneşlikken birden kar yağmaya başladı. Üstelik beyaz değil kan renginde yağıyordu. Kırmızı kar dedikleri bu olsa gerek diye düşündü çocuk.
Bir pencereden dışarıya bakıyordu. Dünyadaki milyarlarca pencereden biriydi bu pencere. Dünyadaki milyarlarca çocuktan biriydi bu çocuk. Sokaktan gelip geçenler onun için çok önemliydi. Fakat onlar için ne pencerenin ne de çocuğun bir önemi vardı. Kimsenin önemsemediği çocuk, kimsenin fark etmediği bu pencereden hayatın akışını seyrediyor, insanların içine karışıyordu. Her gün yapıyordu bunu. Pencere dünyaya açılan kapıydı onun için. Gündüz bulutlara gece yıldızlara konuk oluyordu.
Kırmızı kar çok kısa sürede yolları, çatıları ve ağaçları kaplamıştı. Karşı binadaki pencerelerden birinde, yağmurun sel olup aktığı zamanlarda görmeyi umduğu fakat göremediği Arap kızının, camdan baktığını fark etti. Onun da kendisini görmesini çok istiyordu. Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Ortalıkta ikisinden başka kimse görünmüyordu. Aklına kırmızı kar yağınca diye başlayan cümleler geldi. İnsanlar tutamayacakları sözleri verirken ya da o şeyin olmayacağını belirtmek için, “kırmızı kar yağınca” diyorlardı, nasılsa yağmaz diye. Fakat yağıyordu işte. Belki de tutmak zorunda kalacakları sözlerin tasasına düşmüşlerdi. Yağmaz dedikleri yağmış, olmaz dedikleri olmuştu. Mahcubiyetleri yüzünden ortalıkta görünmek istemiyorlardı.
Artık kırmızı kar yağıncaya kadar ertelenen her şey gündeme gelmeliydi.
Arap kızı “merhaba” dedi. Çocuk ne diyeceğini şaşırdı. İkisinin de penceresi kapalı olduğu halde ve aradaki mesafeye rağmen onu nasıl duymuştu. Üstelik çok yakınındaymış gibi görmeye başlamıştı. Masallardaki prenseslere benziyordu. Yüzündeki ışıltı karanlık bir şehri aydınlatabilirdi. Aynaya sorsa, şu anda ondan daha güzel birisinin olmadığını söylerdi.
“Bir merhaba bile yok mu?” diye sordu Arap kızı.
“Merhaba” dedi çocuk. Oysa dudaklarını bile kıpırdatmamıştı.
“Fakat biz birbirimizi nasıl duyabiliyoruz?”
“Kırmızı kar” dedi Arap kızı. O yağdığı zaman böyle oluyor. Konuşmak için dil, duymak için kulak gerekmiyor. Olmaz denilen şeyler olabiliyor. Bak az önce zümrüdü anka kuşu havalandı kaf dağından. Nasıl da muhteşem görünüyor!
“Nasıl görebilirim ki?”
“Sadece görmek istemen yeterli. Sadece iste.”
Evet zümrüdü anka’yı görebiliyordu.
“Sen” dedi çocuk “hiç düşündüğüm gibi değilsin.”
“Nasıl düşünmüştün ki?”
“Bu kadar güzel düşünmemiştim.”
“Neden farklı olduğumu düşündün. Beni tanımıyordun oysa?”
Sustu çocuk. Bu soruya verilecek cevabı yoktu.
Kırmızı kar taneleri onlara büyüteçle bakanların gördüğü halleri ile, kristalleri andıran şekillerde düşüyorlardı yere. Manzara muhteşemdi.
“Gel istersen kar dinmeden çok isteyip de yapamadığın bir şeyler yapalım” dedi Arap kızı.
Bunu söylediğinde onu yanında gören çocuk hiç şaşırmadı. Bu gün çok özel bir gündü.
“Görüyorsun” dedi “sakatım, ayaklarım yok benim.”
“Var” dedi Arap kızı. “Sadece göremiyorsun. Dedim ya görmek istemen yeterli. Haydi gidiyoruz Kırmızı Kardan Adam yapacağız. Bir de kumsalda koşmak istiyordun diye hatırlıyorum. Kar yağmaya devam ettikçe bunları yapabiliriz. Acele etmeliyiz. Bu kar sadece güneş batana kadar yağar.”
“Hayır” dedi çocuk. “Benim istediğim kırmızı kar dinince bitecek bir şey değil. Her durumda devam edecek bir şey istiyorum ben.”
“Biliyorum. Fakat bunu yapamam. Hep senin yanında kalamam.”
“Eğer seni sadece kırmızı kar yağdığında görebilecek ve o zamanlarda yürüyebileceksem senden tek bir şey isteyeceğim: İnsanların bir kısmının alaycı bir tavırla ‘Sen anca kırmızı kar yağınca yürüyebilirsin’ dediği zamanlarda istiyorum ki, kırmızı kar yağsın. Bunu yapabilir misin?..”
“Tamam” dedi Arap kızı bunun için dua edeceğim. Haydi şimdi sıra Kırmızı Kardan Adamda.