TR EN

Dil Seçin

Ara

Oyunun Ölümü

Hiç şüphesiz, oyuncak dendiğinde, oyundan ve çocuklardan bahsedilmiş olunuyor. Dolayısıyla, oyuncak ve çocuk etrafında kurulacak bir yazıya oturan her bir kalem ehli, kaçınılmaz olarak çocukluğuna dönecek, o büyülü dünyasına selam duracaktır. Değilse, çocukluktan, tam anlamıyla oyundan ve oyunların vazgeçilmezi oyuncaklardan soyunmuş rasyonel dünyasında öylece kala kalacaktır. Kalem ehli denen insan türü, çocukluğa en yakın, ona akraba ruh haletinde yaşıyor olsa da, büyümüştür yine de, büyüklerin o sınırları keskin evreninde yaşamaktadır. Adres bellidir; oyuncak’ı yazmak istiyorsa âdem, çocukluğuna gidecektir. Büyüklüğünde kalsa, oyuncak’ın başka yüzleriyle oynamak zorunda kalacaktır.

Peki, o kalem ehli, dönüp çocukluğuna baksa, baksa ve oyuncağa dair bir şey bulmasa, ne yapar o zaman? Büyüklüğünde kalacak; oyuna alınmayan çocuklar gibi, elleri böğründe öylece mahzun duracak. (Gerçekten öyle mi?) Bu yazıya otururken bunu hissettim. (Mahzun olmalı mıyım acaba dedim kendime) Doğduğum o köyde, bugün adına oyuncak denen her bir şeyden yoksundum. Sahi, hangimizin vardı? Mesela Sedat Turan’ın var mıydı? Sanmıyorum. Kapitalizm bu kadar vahşi değildi o zamanlar. Birini kırıp hemen bir yenisini isteyecek kadar kışkırtılmamıştık. Evlerimiz oyuncak çöplüğüne dönüşmemişti, dönüşemezdi de. Ne bu kadar plastikten silahımız vardı, ne çeşit çeşit arabamız, ne de başka şeyler... Hayatımızda bu derece silah ve araba, bu kadar ölüm ve açgözlülük yer etmiyordu ki, plastikleri olabilsin. Desem bunu, yanılmış mı olurum? Bir dal ağaç neyimize yetmezdi! Bacaklarımızın arasına alır o dalı, saatlerce araba ederdik kendimize. Mustafa Özelin Maraşlı delisi gibi... Birey, Burjuva ve Zengin kitabında aktardığı ne etkileyici bir hikâyedir o. Maraşlı bir deli varmış. Hemen çoğu zaman bacaklarının arasına aldığı dalıyla kahvenin önünden geçer, araba sürüyormuş gibi yapar ve hep şunu dermiş: Adam zengin olur mu, zengin adam olur mu?” Şimdi bu muhteşem deyişin derinliklerine düşmek istemiyorum. Çok sonra, adamlar zengin oldu, biz de zengin adamların dünyasında yaşar olduk. Yığınla oyuncak sürüldü piyasaya. Çekirdek ailelerin odaları, bir günlük ömrü olan oyuncakların mezarı haline geldi. Her gün bir yenisi alındı. O kadar oyuncak oldu ki, çocuk oynayamaz hâle geldi, başrolden düşüp oyuncakların elinde oyuncak oldu. Ve şimdi, oynayan değil, kendisiyle oynanan bir şeydir çocuk. Büyüklerin ve oyuncakların oyuncağı bir şey... Çocuk, asla artık çocuk değil; hemencecik büyüyen, büyüklerin evrenine giren biridir o. Daha fazlasına sahip olmak isteyen, dahasını kapmak adına erkenden oyunlaroynamaya başlayan biri... Büyüden hemen düşen, akla çabucacık geçen ‘çocuk-büyüktür.

Evet, bu kadar oyuncağımız yoktu. En çok, bacaklarımızın arasına aldığımız bir ağaç dalımız olurdu. O dal arabamız olur, biner giderdik uzaklara. Kalbimiz nereye götürüyorsa oraya. Şimdi aklıma geldi, bir de, kuş avlamakta kullandığımız sapanlarımız vardı. Galiba kötü tarafımıza denk düşen bir şeydi bu. Ancak bu kadar kötü olabiliyorduk o zamanlar. Birbirimizden kopuk olmadığımızdan, kendimizi nesnelerde değil, kapı komşumuz olan çocuklarda çoğaltırdık. Oyun arkadaşlarımız herhangi bir şey değil, bizim gibi üstünü başını kirleten, gizlice evine giren çocuklar olurdu. İnsana dokunurduk ve bize dokunan ellerin sıcaklığıyla zamanı geçirirdik. Zaman sıcak dokunuşlarla, çığlık çığlığa eklenerek geçerdi. Şen çocuklardık; oyuncaksız ama bol oyunlara sahiptik. Çoraptan toplar dolaşırdı ayaklarımızda, taştan bilyeler fırlatırdı parmaklarımız. Oyuncağı olduğumuz oyuncaklarımız yoktu ve nesnesi olduğumuz oyunlar içinde değildik. Oynuyorduk ve bir yerde çıkıp gidiyorduk evlerimize.

Anne ve babalarımıza dönerdik. Televizyon denen bir oyun da oynanmıyordu evimizde, anne ve babamızı da bizi beklerken bulurduk. En çok bir masalın içine düşerdik. Gecenin karanlığında ışıklı bir masal aydınlatırdı içimizi. Gündüzün oyunlarıyla ve gecenin masallarıyla hep büyülenirdik, yaşanan hayatın boşluğundan bir başka hayata düşerdik. Oyun ve masal elimizden tutar, bizi hayata yenilmekten kurtarırlardı. Hayatın gerçekleri bu kadar ısırmazdı böylelikle.

Şimdi, ama şimdi çok oyuncak var. Her taraf oyuncak! Her şey oyuncak! Sanki bir lunaparktayız. Hayat oyuncaktan bir şeye dönüşmüş. Hayat oyuncak. Oyuncak hayat. Oynuyoruz devamlı. Baudrillard’ın simularkında yaşıyoruz. Yaşıyormuşuz gibi, bir şeyler yapıyormuşuz gibi, mış gibi... Oyundan çıkıp hayata gitmiyoruz, gidilecek bir hayat da kalmamış gibi. Her şey oyunun içine alınmış, oyuna gelmeyen şeylerin de canına okunmuş. Oyun o kadar yoğunlaşmış ki, oyun olmaktan çıkıp hayatın kendisi olmuş. O kadar var ki, artık yok! Çünkü artık oynanmıyor, yaşanıyor. Oyun olsaydı, çıkıp gidilebilirdi de. Oysa gidilmiyor hiçbir yere, gidilen yerlerde de yine oyuna geliniyor.

Bernard Suits, Oyunun hedefi, oyunu kazanmaktırdiyor. Artık oyuna batmış, bütünüyle oyun olmuş hayatımızda kazanmaktanrı olmuş. Ne şekilde olursa olsun kazanmak! Her şey, bu kazanmaktanrısına kurban ediliyor. Ahlâk, erdem, değer, insan, bütün bir varlık... Kazanmak için her şey kaybedilmeye hazır. Her şeyi kaybettikten sonra da kazanılabileceği sanılıyor. Bu ne acınası bir durumdur. Her şeyin kaybedildiği bir yerde, geride kazanılacak bir şeyin kalmayacağı fark edilmiyor.

O önünde esas duruşa geçtiğimiz, tartışılmaz kutsalımız haline gelen aklın ve bu aklın çocuğu teknolojik uygarlığın bize sunduğu şey, katliamları seyretmek oluyor. Çocukları öldürüyoruz, insan kardeşlerimizin kanını döküyoruz, bize ev olarak yaratılan evreni yağma ediyoruz. Hayatı boğuyoruz. Öldürmekle, daha çok öldürmekle, en çok öldürmekle, ölümden sıyrılabileceğimizi sanıyoruz. Öldürerek kurtulabileceğimizi... Çizilmiş sınırlar uğruna, sosyolojik kutsallar adına ‘öldürme mangası’na yazılıyor, biraz sonra bitebilecek bir hayatta hep kalacakmışız gibi, öl(dür)üyoruz.

Bir oyun ve oyalanma yeri olan dünyada, oyunu hayat kılarak oyunu bitirmişiz. Hiç bırakmayacakmışız gibi sarılmışız oyuncaklarımıza. Ölümü kuytulara itmekle yetinmemiş, kendimizi arsız bir aklın oyunlarına bırakmışız. Bu akıl bizimle oynamaya devam ediyor; yaşlanmamanın, hep genç kalmanın, burada kalmaya devam etmenin, sürekli sahip olmanın, hiç bırakmamanın yollarını arıyoruz. O kadar ölüm, o kadar öldürme, o kadar son, yaşadığımızın/yaptıklarımızın bir oyun olduğuna bizi inandıramıyor. Garip ve yakıcı olan da bu!