Hayati Bey:
“Ben sözlerimi burada noktalamak istiyordum. ‘Biraz da hâl çareleri üzerine konuşalım.’ diyecektim. Madem öyle, o halde, konunun bir başka yönüne de kısaca değineyim:
Şeytanın kendisini inkâr ettirmekteki bir maksadı da, insan kalbine görünmeyen şeylere inanmamak gibi bir vesvese sokmak, böylece bütün iman hakikatlerinin inkârına bir yol açmaktır. İnsan gözü, kendisinde ve çevresinde durmadan faaliyet gösteren ışınların, radyoaktif dalgaların çok az bir kısmını görebiliyor. Halbuki bu âlemde görünmeyen ve görünen nice mahlûklar birlikte, iç içe bulunuyorlar. Toprak ile yerçekimi âdeta kucaklaşmış, bir tek şey olmuşlardır. İnsanın ruhu ve bedeni bunun en ileri örneğidir. İnsanın beyni görünür, ama ondaki merkezlerin görevleri görünmez. İşitme merkezinde ses yoktur. Görme merkezi de bir şey görmez. Ondaki bu merkezleri bir araç olarak kullanan ve her birinden ayrı bilgiler alan bir görünmez varlık vardır. Bu varlık ruhtur, kalptir, akıldır. Gel gör ki, o görünmeyen şeytanın vesvesesine kapılanlar, şeytanı yine o görünmeyen akıllarıyla inkâr ederler. Nefislerine uyarak sarhoş olmuş insanlar bu açık hatayı görmez yahut görmezlikten gelirler.
Melekler ve şeytanlar bir tarafa, insanoğlu yemeğin tadını da göremiyor, çiçeğin kokusunu da. Ama onların varlıklarından da hiç şüphesi yok. Çünkü çok iyi biliyor ki, görme tek bir çeşit değildir. Göz, renkleri ve şekilleri görürken, dil de tatları görür, kulak da sesleri, akıl da manaları ve hikmetleri.”
Erol:
“Affedersiniz” dedi. “Şeytanın âyetleri inkâr niyetiyle kendini inkâr ettirdiğini söylediniz. Bu çok önemli bir tespit. Ve şeytan, âyetler hakkında kalplere şüphe atmakla da nicelerin imanlarıyla oynuyor. Bunun en çok rastlanan bir örneği de güneşin dönmesiyle ilgili âyet. Şöyle bir soruya sıkça muhatap oluyoruz:
‘Günümüzde dünyanın güneş etrafında döndüğü biliniyor. Âyette ise, güneşin döndüğü belirtiliyor. Bu nasıl olur?’ Bu konuda da bir şeyler söylemek ister misiniz?”
Hayati bey,
“Önce şunu kabul etmemiz gerekiyor.” dedi ve sözlerine şöyle devam etti:
“Kur’an âyetlerinin tefsirinde söz sahibi olanlar, bu ilmin ileri gelen şahsiyetleridir. İlme saygı, bu yetkili zatların sözlerine kulak vermeyi gerektirir. Bu zatların sarih yani hükmü açıkça anlaşılan âyetlere verdikleri manalar hepsinde aynıdır. İman hakikatleriyle ilgili, namazın, orucun farz olmasıyla ilgili âyetlerin tefsirinde zaten ittifak var. Müteşabih âyetler, yahut bazı gizli hakikatler içeren âyetler hakkında değişik tefsirler yapılabiliyor. Bu, Kur’an’ın mana zenginliğinin bir göstergesidir. Nur Külliyatı’ndan İşarât-ül İ’caz adlı eserde bu gibi farkı görüşler konusunda bize düşen görev çok güzel açıklanıyor. Ondan kısaca söz edip sorunuzun cevabına döneceğim.
Yerinden kalktı. Yayınevinin dinî yayınlar bölümüne geçti. Az sonra elinde bir kitapla geri döndü.
“Bak değerli kardeşim” dedi. “Burada ne buyuruluyor?:
“Kur’an’ın her bir kelâmı, üç kaziyeyi müştemildir.
Birincisi: Bu, Allah’ın kelâmıdır.
İkincisi: Allah’ça murad olan mâna haktır.
Üçüncüsü: Mâna-yı murad, budur.”
Üzerinde durduğumuz soruyu örnek alalım:
Güneşin dönmesiyle ilgili âyeti okuduğumuzda, ilk iki şıkka inanmak durumundayız. İman bunu gerektirir. Farklı görüşler üçüncü maddede yoğunlaşıyor. Bunlardan birini kendimizce daha uygun bulup, diğerlerine katılmayabiliriz, elbetteki bir nezaket dairesinde. Onları haddimizi aşarak tenkit etmek, yahut onlara saygı sınırlarını aşan ifadelerle hücum etmek elbette doğru değil.
Gelelim konumuz olan âyet-i kerimeye:
Âyette ‘tecri’ kelimesi geçiyor. Bunun manası cereyan eder, akar, döner demektir. Âyette cereyan etmek fiili yerine devretmek, yani dönmek fiili kullanılsaydı inkârcılara bir kapı açılmış olabilirdi. ‘Güneş dünyanın etrafında devreder.’ denilseydi seslerini iyice yükseltirlerdi. Ama âyette bunların hiçbiri yok. Dünyanın ismi bile geçmiyor. Sadece, ‘Güneşin cereyan ettiği’ belirtiliyor. Yakın zamana kadar dünyanın sabit olduğu, güneşin ise dünya etrafında döndüğü kabul edildiğinden, tefsir âlimleri de haklı olarak bu konuda o ilmin mensupları gibi konuşmuş ve “Güneş döner.” demişlerdir. Gerçekten de güneş halen, bütün insanların gözlerini bu konuda yanıltırcasına, bulunduğumuz beldenin bir ucundan doğmakta diğer ucundan batmaktadır.
Âyette, istikrar kılınan yer, mekân manasına gelen müstekar kelimesinden önce gelen “lam” harfi hakkında Nur Külliyatı’nda şöyle bir açıklama getiriliyor:
“...Lâm’ı hem kendi mânasını, hem “fî” mânasını, hem “ilâ” mânasını ifade eder.”
Birinciye göre, “güneş kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor.”
İkinciye göre, “Güneş kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvâri bir cereyan ile manzumesini emr-i İlâhî ile tanzim edip tahrik eder.”
Üçüncü manaya göre, güneş “mahall-i kararına yetişmek” üzere hareket ediyor.
Buna göre âyette verilen mesaj şöyle oluyor: Güneş kendi istikrar kıldığı mekânda bir cereyan halindedir. Bu cereyandan bir kuvvet hasıl olmakta ve bu cazibe kuvvetiyle gezegenlerin düzenli bir şekilde hareket etmeleri sağlanmaktadır. Bununla birlikte güneş bütün manzumesiyle birlikte bir hareket halindedir ve bir yöne doğru akıp gitmektedir.”
Biraz durakladı, “Erol Bey” dedi. “Bu konu bence çok önemli. Vaktin varsa bir de Hak Dini Kur’an Dili tefsirine bakalım. Ne dersin?”
Erol:
“Sizi zevkle dinliyorum. Hiç acele etmeyin. Kaldı ki, benim bir sorum için zahmet çekiyorsunuz.” dedi.
Hayati Bey yazıhaneden ayrıldı. Bir süre sonra elinde bir kitapla içeri girdi.
“Bak,” dedi. “Büyük Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, söz konusu âyete (Yasin, 38) “Güneş kendisi için mukadder bir müstekar için cereyan ediyor.” şeklinde mânâ veriyor ve şu noktaya dikkat çekiyor:
“Bu cereyanı şemsin yalnız mekânında hareketi diye anlamamak.... Mesela, ziya ve hararet neşri de onun bir cereyanıdır.”
“Gerçekten güzel bir tespit.” dedi ve tekrar yerinden kalktı.
“Bakalım ansiklopediler bu konuda neler yazmışlar diyerek odadan ayrıldı. Bir ansiklopedinin güneş maddesini buldu ve yazıhaneye döndü.
Güneşin cereyanıyla ilgili satırları arıyordu.
“Tamam!” dedi ve sesini yükselterek okumaya başladı:
“Güneşimizi kaynayan bir kazana benzetmek yanlış olmaz. Bu kaynama sonunda madde önce yukarı çıkar, daha sonra soğuyarak aşağıya döner.
…
Güneş enerjisinin üretildiği bölge, çekirdek tepkimelerinin yer aldığı merkez bölgesidir. Bu enerji dış katmanlara taşınmakta, oradan da uzaya yayılmaktadır.
…
Güneş kendi ekseni etrafında diferansiyel dönme hareketi yapar. Yani kutuplar ve ekvator farklı hızlarda döner.
…
Güneşin gözle görünen parlak yüzeyi teleskopla incelendiğinde granüler yapıya sahip olduğu görülür. Bu gazlar 0.5 km hızla yükselirler, enerjilerini kaybedince soğuyarak yüzeye doğru düşerler.
…
Zaman zaman ortaya çıkan ani patlamalara püskürme denir. Bunlarla güneş yüzeyinde şerit biçimli gaz akımları görülür. ”
…
Güneş, hidrojen atomlarını helyuma dönüştürür ve sahip olduğu enerjiyi meydana gelen nükleer reaksiyondan elde eder. Güneş’te gerçekleşen işlem ise, dört hidrojenin birleşip bir helyum yapmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünyaya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş’in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır.”
Ansiklopediyi kapadı.
“Bak değerli kardeşim,” dedi. “Bütün bunlar teknik bilgiler, önceki asırlarda bilinmiyorlardı. Demek ki, âyette asıl olan, bu manaların anlaşılması değil. Bu bilgiler, o ilahî kitabın uçsuz bucaksız manalarından bu asra düşen özel bir pay olarak değerlendirilmeli.
Kur’an insana Allah’ı tanıtmak ve bir kul olarak Ona karşı görevlerini öğretmek için nazil olduğuna göre, bu âyette kulların nazarı ilahî icraatın azametine çekilmektedir. İnsana düşen görev bu ilahî icraat karşısında hayret görevini tekbir ve hamd ile yerine getirmektir; ister dünya güneş etrafında dönsün, ister güneş dünya etrafında.
Elbete ki, dünyanın ve güneşin yaratıcısı bunlardan hangisinin diğeri etrafında döndüğünü kullarına bildirebilirdi. Bunun açıkça beyan edilmemesindeki hikmet de yine Nur Külliyatı’nda güzelce ifade ediliyor. Anladığım kadarını kendi ifademe dökeyim: Böyle bir beyan, güneşin döndüğünü kabul eden önceki asırdaki tüm insanların inkârına yol açacak, sadece bu asrın insanlarının hoşuna gidecekti. Kur’an’ın asıl maksadı insanları iman ve salih amele irşat etmek olduğuna göre bu tarz bir ifade, insanların büyük kısmının küfürde kalmasına yol açacaktı. Onun için Kur’an bu konuda öyle bir üslup takip etmiştir ki, hem eski zaman insanları tasdik etsinler, hem de yeni dönemin insanları inkâr yoluna gitmesinler.
Erol:
“Çok teşekkür ederim.” dedi. “Gerçekten çok yeni şeyler öğrendim. Bunları konuya ilgi duyan bütün arkadaşlarıma aktaracağım.”
O sırada ikindi ezanları okunmaya başlamıştı.
Erol:
“Ben namazı evde kılmak isterim. Sizi camiden alıkoymayayım.” diyerek kalktı.
Hayati Bey’in elini hürmetle sıkarken:
“Bu anlattıklarınız da kitaba mutlaka girmeli.” dedi.
Hayati Bey misafirini yolcu etti. Hayalinin gerçekleşeceğine şimdi çok daha fazla inanmıştı. Bunun bir ekip çalışması olarak ortaya çıkmasının ise daha verimli ve bereketli olacağını düşünüyordu.