Hayati Bey, yıl sonu sayım çalışmasıyla hayli yorulmuştu. Akşam eve erken gitmeye niyetlenmişti. Masasını toparladı. Tam yazıhaneden çıkmak üzere idi ki, yayınevine iki genç geldiler ve doğruca yazıhaneye doğru ilerlemeye başladılar. Gençlerden birisini tanımıştı. Yayınevinin en çok okuyan müşterilerinden Kemâl idi.
Kemâl, Hayati Beye elini uzattı ve “Hayırlı akşamlar efendim” diyerek arkadaşını tanıttı. Hayati Bey kendilerini içeri davet etti. Zaten konuşmak için geldikleri her hallerinden belliydi.
Ziraat Fakültesi son sınıf öğrencisi olan Serdar, kısa bir tanışma faslından sonra acele bir işi varmışçasına hemen konuya girdi ve içtenlikle derdini döktü:
“Abi...” dedi, “Benim adam olacağım yok. Demek ki her şey nasip meselesi. Bir ay namaz kıldım, sonra bıraktım. Namaza ilk başladığımda içimde bir rahatlama olmuş, dünyam âdeta genişlemişti. Sonraları bunun yerini bir donukluk aldı. İç âlemimde bir huzur, bir feyiz bulamıyordum. Namaz boyunca hep başka şeyler düşünüyor, namazın neresinde olduğumu çoğu kez unutuyordum. Sonunda, böyle sönük ve donuk namaz mı olurmuş? dedim ve bir hafta kadar oldu ki artık namaz kılmıyorum. Gel gör ki, şimdi o donukluğu da arıyor oldum. İçimde bir karamsarlık var, ruh âlemimde tam bir çöküntü yaşıyorum.”
Derince bir nefes aldı. Sonra sönük bakışlarla Hayati Bey’i kısa bir süre süzdü. Bu bakışlarda, ömrünün son günlerini yaşayan bir hastanın çaresizliği okunuyordu.
Hayati Bey acı bir gülümsemeyle Kemâl’e baktı:
“Arkadaşın hastalık hastası olmuş.” dedi. “Aslında hiçbir şeyi yok. Ama kendisini buna inandırmak da hayli güç.”
Sonra Serdar’a döndü:
“İnsanları canlandıran ümittir; öldüren yeistir, yani ümitsizliktir” dedi. Bu cümle Serdar’a şok tesiri yaptı. Ümit, ümit diye söylendi kendi kendine.
Devam etti Hayati Bey:
“Ben bu cümleyi bir levha yaptırdım ve evde çalışma odama astım.”
Koltuğuna iyice yaslandı ve bir iç çekti
“Bu yazıhaneye çoklar gelir ve hemen her gün bir ilmî tartışma yaşarız. Yaptığımız tartışmalarda muhatabıma elimden geldiğince faydalı olmaya çalışırım. Onun aklını tatmin edecek bütün delilleri sıralarım. Fakat, sonunda bunların hiçbir işe yaramadığını gördüğümde içimi bir ümitsizlik kaplar gibi olur. ‘Boşuna vakit geçiriyorsun, bu gençler artık elden çıkmışlar.’ diyecek olurum. O zaman bu vecizeyi okur yeniden canlanırım.”
Yerinden kalktı, Serdar’a doğru yürüdü, sağ elini onun omzuna koyarak, “Bak değerli kardeşim.” dedi, “Senin noksanlığın nedir, biliyor musun?” Serdar, soran gözlerle baktı Hayati Bey’e.
“Senin ilmihal bilgin noksan.”
Serdar’ın gözlerindeki soru işaretleri yerini şaşkınlığa bırakmıştı.
“Anlamadım.” dercesine baktı Hayati beyin gözlerine.
“Ben namaza ilk başlayanların çoğunda bu hali görmüşümdür. Bir süre kılarlar. Sonunda namazdaki o ruhani lezzeti yakalayamadıklarından şikayet ederler. Ben de kendilerine ilmihalden namazı bozan şeyleri iyice okumalarına söylerim. Pek bir şey anlamazlar. O zaman derim ki, ‘namazı bozan şeyler arasında, kişinin namaz esnasında gereksiz şeyler düşünmesi, hatta namazın ulviyetine yakışmayacak kötü şeyler hayal etmesi’ diye bir şey yok. Kişi namaza başladığında farklı dünyalara girse de namazın sonunda kendine gelse namazı yine tamamdır. Huzurlu kılınan namazın elbette sevabı diğerinden kat kat fazladır. Ama huzursuz kılınan namaz da yine makbuldür. Önemli olan Allah’ın emrine uymak, Onun tayin ettiği vakitte Onun huzuruna çıkmaktır. Bunu yapan insan görevini yerine getirmiştir. O anda kalbine, fikrine ve hayaline de tam sahip olabilse elbette namazdan alacağı feyiz o nispette artacaktır. Bunu başaramazsa namazı yine tamamdır. Çünkü, az önce de söylediğim gibi namazı bozacak bir şey yapmamıştır.”
Serdar’ın gözleri gülmeye başlamış, çehresindeki sinir gerginliği bir derece azalmıştı.
Hayati Bey, tekrar yerine oturdu ve konuşmasını Kemâl’i muhatap alarak sürdürdü:
“Bu şeytanın oyunları bitmez tükenmez.” dedi. “Önce insanı ibadetten uzaklaştırmak için elinden gelen her şeyi yapar. Bütün bunlara rağmen kişi yine ibadete başlarsa bu defa, büyük velilerin namazlarını ona hatırlatarak ‘Kılıyorsan böyle kıl, yoksa hiç de kılma.’ der. Zavallı adam da diyemez ki, ‘Bundan sana ne! Sen benim zararıma çalışmıyor musun? O halde benim namazımın noksan olması senin için daha iyi değil mi? Niçin benim önüme en huzurlu ve mükemmel namazları koyuyorsun?’
Oynanan oyun açıktır. Adamcağız o en mükemmeli yakalayamayınca ibadeti bütünüyle terk eder. Artık şeytan da onu namaz konusunda hiç rahatsız etmez, “Halince devam et.” der.”
Sonra kafasını aniden Serdar’a çevirdi. Ses tonunu biraz da yükselterek,
“Dikkat et Serdar!” dedi. “Şeytan şu an senden memnun! Bu ise senin için büyük bir tehlike!”
Serdar bir an şoke oldu. Böyle bir çıkış beklemiyordu. Ama Hayati Bey çok haklıydı. Namazı terk eden birinden şeytan elbette memnun olurdu.
“Haklısınız.” demekle yetinde ve belli bir noktaya bakarak düşüncelere daldı.
Sonra, “İzninizle yüzüme bir su vursam iyi olur. Şöyle bir kendime geleyim.”
Serdar yıkandıktan sonra yazıhaneye dönmek yerine yayın evini dolaşmayı tercih etti. Kitaplara bakarken aklı hep Hayat Bey’in sözleriyle meşguldü.
“Sen ilmihal oku!”
“Namazı bozan şeyleri iyice kavra!”
“Namazı huzurlu kılmamak namazı bozmaz!”
“Hayalden geçen kötü ve gereksiz şeylerin senin namazına bir zararı yok.”
“Sen namazı bırakmakla şeytanı memnun ettin.”
“Serdar uyan! Şeytan şu anda senden çok memnun!”
Bu ve benzeri sözleri tekrar ederek yayınevinde bir süre dolaştı.
Sonunda yine lavaboya geçti, yüzüne su serpti ve yazıhaneye döndü.
Serdar’ın yüz hatlarındaki gerilmeler büyük ölçüde gitmişti. Hayati Bey, “Bu fırsatı iyi değerlendirmem gerek.” diye düşündü ve Kemâl’e bakarak teklifini sundu:
“Ben sabahtan beri yemek yemedim. Birlikte olsak çok memnun olurum.”
Her ikisi de “Teşekkür ederiz, zahmet etmeyin.” dedilerse de Hayati Bey, zile çoktan basmıştı.
İçeri giren görevliye, “Komşu lokantadan bir garson çağırır mısınız?” dedi.
Garson gelinceye kadar, Hayati Bey masanın gözünden bir tomar kağıt çıkardı ve ayıklamaya başladı. Bunlar daha önce Erol için yaptığı hazırlıklar, ona okumayı düşündüğü vecizelerdi. Kemâl’e bakarak:
Bunların bir kısmını Erol’a okudum ve çok memnun kaldı. Şimdi konumuzla ilgili bazı fişleri Serdar’a da okumak isterim.
Ayıklama faslı sona erince, Serdar’a dönerek:
“Ne dersin?” diye sordu.
Serdar, “Buyrun efendim. Zaten buraya geliş gayemiz sizi dinlemek ve sizinle dertleşmekti.”
Hayati bey, cümlelerin tamamı Kastamonu Lahikası’ndan diyerek okumaya başladı:
“Böyle kebair-i azime içinde amel-i salihin ihlas ile muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.”
“Bir haramın terki vacibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var.”
“Binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor.”
“Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaide yüz günah insana karşı geliyor, elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i salih işlenmiş hükmünedir.”
Son bir cümle:
“Maddi hava bozulduğu vakit nasıl ki sıkıntı veriyor,.., bazen manevi hava bozuluyor.”
Hayati Bey kağıtları yeniden masanın gözüne koydu;
“Bak değerli kardeşim,” dedi “her mevsimin farklı meyveleri oluyor. Sen bu asrın bozuk ikliminde yaşıyor, ama asırlar öncesinin meyvelerini aynen tatmak istiyorsun. Bu zamanda salih ameli ihlasla işlemek gerçekten çok zor. Bu zorluğun sebebi de diğer cümlede saklı. Her dakikada yüzlerce günah insana hücum ediyor. Harp meydanında, her taraftan yüzlerce kurşun sıkıldığı bir ortamda nasıl huzurlu olunabilir!?..
Bu asır, şeytanın ve askerlerinin müminlere karşı verdikleri meydan muharebelerinden birine sahne oluyor. Hatta diyebilirim ki, cahiliye devrinden sonra en büyük mücadele bu asırda veriliyor. Gazetelerdeki yanlış bir fikir nice insanlara birden ulaşıyor. Radyolardaki yanlış bir konuşmayı yüz binlerce insan birlikte dinliyor. Televizyonlardaki müstehcen bir sahne milyonlara birden görünüyor. Sokaklarda günahlar açıkça işlendiği için caddenin öte başına gidinceye kadar yüzlerce haram size hücum ediyor. Bütün bunlara rağmen bir genç Rabbine ibadet ediyor ve onun yolunda gitmeye çalışıyorsa bunun değeri çok büyüktür. Namazlarını huzurlu kılamayabilir, ama o az ihlaslı amel bu ağır şartlarda çok hükmüne geçiyor.”
Hayati Bey konuştukça Serdar sanki oksijene kavuşuyor, nefes darlığından kurtuluyor gibiydi.
“Çok doğru söylüyorsunuz.” dedi. “Ben bu çirkef asırda, Asr-ı Saadeti arama gafletine düşmüşüm. Bütün rahatsızlığımın kaynağı bu yanlış arayış. Bunu şimdi çok iyi anlıyorum.”
Yemekler gelmişti, sofraya geçtiler. Hayati bey misafirlerine “Buyrun” dedikten sonra havayı biraz değiştirmek için,
“Çocukluğumuzda,” dedi “bize çok yanlış şeyler öğretmişler. Çok konuşmamızdan rahatsız olan büyüklerimiz çareyi yanlış fetva vermede bulmuşlar ve ‘yemekte konuşmak günahtır’ diye bizi susturmuşlar. Yıllar sonra öğrendim ki yemekte sohbet etmek sünnet imiş. Öyle ya hiç konuşmayıp, sağa sola bakmadan yemeklere âdeta saldırmak yerine, insana yakışır bir olgunlukla hem yemek yiyip hem de tatlı tatlı konuşmak çok güzel değil mi?”
Serdar, “Bir yaşıma daha girdim.” dedi. “Ben de şu ana kadar bunu böyle biliyordum.”
Hayati Bey,
“Şu anda aklıma bir örnek geldi. Söylesem sanki iyi olacak.” dedi ve bakışlarını Serdar’m gözlerinde sabitleyerek şunlara anlattı:
“Padişahtan bir ferman gelse ve denilse ki ‘Şu gün ve şu saatte huzuruma gelin. Size hediyeler dağıtacağım, gelmeyen ise hem mahrum kalacak, hem de ceza görecek.’
Bizler huzura gitsek, bir süre kalsak ve bütün davetliler gibi biz de hediyemizi alıp dönsek. Ama, bu bekleme sırasında senin aklından gereksiz ve yanlış şeyler geçse. İkinci bir davette der misin ki, ‘Ben artık gelmeyeceğim, çünkü huzurda kalbime ve hayalime hakim olamıyorum. Yanlış şeyler düşünüyor, kötü hayaller kuruyorum.”
Cevabı yine kendisi verdi:
“Demezsin, çünkü o taktirde hem hediyeden mahrum kalacak, hem de ceza göreceksin. ‘Ben gider ve görevimi yaparım, iç âlemime de hakim olmaya çalışırım. Bunu başaramasam da yine alacağımı alır, ceza görmekten de kurtulurum.’ diye düşünürsün değil mi?”
Serdar,
“Verilen mesaj alınmıştır. Bu örneğiniz, benim ne kadar yanlış düşündüğümü çok iyi sergiledi. Şu anda iç âlemimde namaza yeniden başlama düşüncesi hakim. Bu konuda sizden dua rica ediyorum.”
Serdar artık huzurluydu, gerçeği yeniden bulmuştu.
Hayati Bey ise emeğinin karşılığını almış olmanın derin hazzını iliklerine kadar hissediyordu.