Hayati Bey, olup bitenlere bir türlü akıl erdiremiyordu. Bir ay gibi kısa bir zamanda vesvese konusunun kendi iç âleminde bu kadar yoğunluk kazanacağına hiç ihtimal vermezdi. Birileri ortalığı plânlı bir şekilde karıştırıyor olmalıydı. Bu bir köşe yazarı da olabilirdi, bir internet sitesi de.
“Her ne ise” dedi. “Hastalık nasıl yayılmışsa yayılmış. Bunları düşünmenin bir faydası yok. Ben çare üzerine kafa yormalı ve bu konuda geniş kitlelere ulaşmanın yollarını aramalıyım.”
O sırada kapı çalındı. İçeriye fotokopici Dursun Bey girdi. Kapının hemen yanındaki koltuğa ilişerek:
“Fazla oturmayacağım.” dedi. “Size bir şey sormak istiyorum. Belli dönemlerde öğrencilerin ev ödevleri yoğunlaşıyor. Aklıma şöyle bir fikir geldi: Bu ödevler için bir yardımcı kitap çıkarılabilir. Ben tanıdığım öğretmen arkadaşlardan bir ekip kurup kitabı hazırlatabilirim. Basımını da siz üstlenir misiniz?”
Hayati Bey’in kafasında şimşek gibi bir fikir çaktı.
“Ben vesvese konusunda daha geniş kitlelere nasıl ulaşabilirim?” diye düşünürken, komşum bana yol gösteriyor. ‘Bütün bu tartışmaları topla ve bir kitap hâline getir’ diyor.”
Dursun Bey sorusuna cevap bekleyedursun, Hayati Bey, başka iklimlerde dolaşıyordu. Kafasını hafifçe silkeleyerek Dursun Bey’in konusuna döndü.
Bence dedi. “Bu, öğrenciyi tembelliğe itmek olur. Ama bu konuda ısrarlı iseniz size yardımcı olabilirim.”
Dursun Bey, teşekkür ederek ayrıldı.
Hayati Bey düşüncelerine kaldığı yerden devam etti.
“Niçin olmasın? Bu konuda o kadar çok soruyla karşılaştım ki! Bunların bir kısmı zaten not hâlinde mevcut. Yapacağım şey bu notları yazıya dökmekten ibaret.”
“Tamam” dedi. “Bunu mutlaka yapmalıyım. Ben yazar değilim, ama, her şeyin bir başlangıcı vardır. Her sona ilk adımla başlanır. Durarak hiç bir yere varılmaz. Yarından tezi yok, bu işe başlamalıyım.”
Biraz durakladı. “Hem eserin son şeklini benim vermem de gerekmez. Bu uzun bir zaman ister. Ben bilgileri elimden geldiğince düzenler, bir yazar arkadaşımdan bunları kitap hâline getirmesini pekâla isteyebilirim. Kitabı yayın hayatına sokar, internet siteleri yardımıyla da daha geniş kitlelere ulaştırabilirim.”
Yerinden kalktı, kapısını kapayarak yayınevinden ayrıldı. Akşamı ve gecesi bu düşüncelerle, bu hayallerle geçti. Ertesi gün işe gitmedi. Gün boyunca doküman topladı. Onları önem sırasına koydu. Son ayki tartışmalar, ilk sıraları almışlardı. Geri kalan konular içinde ise abdest konusu ilk sıradaydı.
Güngör’ü hatırladı. “Abi,” demişti. “Bir abdesti yirmi dakikada, bazen yarım saatte alıyorum.Yine de gönlüm tam rahat etmiyor. Acaba kuru bir yer kaldı mı diye defalarca abdesti tekrarlıyorum. Sanıyorum, üçten fazla yıkamanın mahsuru da var, ama ben beş kere de yıkıyorum, yedi kere de. Bu vesveseyi nasıl atlatabilirim?”
Güngör’ü hayalen karşısına koydu ve ona söylediklerini yazıya dökmeye başladı:
“Bak değerli kardeşim, abdest alırken çok acele etmek elbette doğru değil. Her organını rahatlıkla yıkamalısın. Bu ilk yıkayış farzdır. Ondan sonra iki kez de sünnet olarak yıkıyorsun. Fazla acele etmediğin taktirde bu üç yıkayışta zaten kuru yer kalmaz. Bundan sonraki hassasiyetler vesveseden başka bir şey değildir. Bundan kurtuluşun yolu da, ‘Abdestim tamamdır’ deyip namaza durmak olacaktır. Birkaç kez böyle yaptığında o hastalığın geçtiğini göreceksin.
Kaldı ki, sen bütün dikkatini sarf ettiğin halde, kuru bir yer kalsa bile abdestin geçerlidir. Bildiğin gibi, abdestin mânâsı, namaz ile İlahî huzura çıkmadan önce bir hazırlıkta bulunmaktır. Bu hazırlığın nasıl yapılacağını Peygamber Efendimiz (asm) bize bildirmiş, tarif etmiştir. Onun tarifinde bir uzvu üç kereden fazla yıkamak yoktur. Onun uygulamasında yarım saatlik abdest de yoktur. Bu hâl gösteriyor ki, senin yaptığın sünnete aykırıdır; takva değil vesvesedir.
Sana önemli bir ip ucu vereyim:
Eğer abdest organlarının su ile yıkanması mutlak şart olsaydı teyemmüm edenin abdestinin sahih olmaması gerekirdi. Bir uzvu noksan olanın da abdesti geçerli olmazdı.
Bildiğin gibi, su bulunmayan yerde teyemmümle abdest alınır. Teyemmümde suyun yerini toprak almıştır. Bu şekilde alınan bir abdestle de namaz kılınır.
Su konusunda seni vesveseye düşüren şeytana aldırış etme. Onun vesvesesine karşı teyemmümü hatırla ve bu konuya gereğinden çok fazla önem vererek abdestini sünnete aykırı biçimde alma, namazını geciktirme.
Bildiğin gibi, dinde zorlama yoktur. Sen aklını, iradeni, dikkatini yeterince yoğunlaştırdığın halde abdest organlarında senin bilemediğin bir kuru nokta kalmışsa, bunun bilinmesi senin için mümkün olmamış demektir. Bunu bilmeye zorlanmak doğru değildir, vesveseye yol açar. “Dinde zorlama olmadığı” hükmüne aykırı düşer.
“Dinde zorlama yoktur.” meâlindeki âyet-i kerime daha çok şu mânâda yorumlanıyor:
“Bir kişiyi dine davette yahut ibadet konusunda zorlamak doğru değildir. Mü’mine düşen görev hakkı tebliğ etmek, gerçeği en güzel şekilde anlatmaktır. Kabul etme yahut etmeme konusunda kişi zorlamaya tabi tutulmaz.”
Bu mânâ doğrudur. Ancak âyetin mânâsı sadece bu değildir. Nitekim bir tefsir âlimi âyete şu mânâyı vermektedir:
“Dinde zorlama yoktur demek, zorlama denen şey dinde yoktur.” demektir.
Kendi ifadesiyle ‘Asl-ı ikrah dinde yoktur.’ Buna göre âyetin bir mânâsı da, “Zorlama, dinde yoktur.” şeklinde olur.
Öyleyse değerli kardeşim, sen de kendini fazla zorlama. Abdestin için, yahut bir başka ibadet için kendine düşen görevi en iyi şekilde yapmaya çalış. Daha sonra, kendini zorlayarak şeytana fırsat verme, vesveseye düşme, kerahete yahut harama girme.”
…
“İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlahiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevai, vehmi, ve çirkin şeylerin def’iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlup olur. Ancak onları mağlup edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır. Evet arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terk eder, giderler.”
— Mesnevi-i Nuriye