Hayati Bey, aldığı kararla çok mutlu olmuştu. Yayınevine gitmek üzere hazırlıklarını tamamladı. Bir gün önce çıkardığı notların tamamını çantasına koydu. Boş zamanı oldukça, bunlara kafa yoracak, yazmaya çalışacaktı.
Yayınevine vardığında notları masanın üzerine sırayla dizdi. Günlük işlerini seri şekilde halledip, personeline hâl-hatır sorduktan sonra odasına döndü.
Çıkardığı notlara göz gezdirirken birden aklına Erol geldi.
“Ben yeni bir işe başlıyorum ama bunu henüz kimseyle tartışmış değilim. İstişare etmek sünnettir. Bu düşüncemi Erol’a açsam iyi olur.” diye düşündü. Şimdi Erol derste olmalıydı. Öğle tatilini beklemesi gerekiyordu. O zamana kadar konuyu kendi iç âleminde daha bir şekillendirir, sonra Erol’la tartışırdı. Nitekim öyle yaptı.
Erol ikindiye yakın yazıhaneye geldi. Sevinci yüzünden âdeta fışkırıyordu. Selâm verir vermez, coşkulu bir şekilde Hayati Bey’in elini sıktı: “Ne iyi düşünmüşsün abi. Beni, çok sevindirdin. Bu konuda sana her türlü yardımı yapmaya hazırım. Sana sorular getiririm. Hazırladığın cevapları arkadaşlarıma okutur, görüşlerini, dilek ve temennilerini alırım. Böylece bu konu etrafında bir danışma kurulu ortaya çıkar. Bu kuruldan geçen yazılar artık basılabilir demektir!”
Erol’un bu heyecanı Hayati Bey’i hem mutlu etmiş, hem cesaretlendirmişti.
Hazırladığı notları ana hatlarıyla Erol’a okudu ve “Ne dersin? diye sordu. “Hangisinden başlasam daha iyi olur?”
Erol:
“Bunların hepsi faydalı, hepsinin yazılması gerekir. Bu konuda karar sizin. İçinizden ne geçiyorsa öyle yapmanız daha tabii olur.”
Bir süre suskun kaldı:
“Ben ayrı bir konuda sizin fikrinizi almak isterim.” dedi. “Doğrudan vesveseyle ilgili değil, ama bu konu etrafında çok yanlış şeyler konuşuluyor. Ve bunlar şeytanın vesveselerine de bir kapı açmış oluyor.”
Bir iç çekerek:
“Geçenlerde” dedi. “Bir arkadaşımız okula bir dergi getirdi. Dergide “Şeytana tapanlar” kapak konusu yapılmıştı. Arkadaşlar arasında bir tartışma başladı. Gerçi herkes bu saçmalığa karşı çıkmıştı. Fakat bazıları işi ileri götürerek şeytanı inkâr eden konuşmalar yaptılar. Bu defa şeytana tapanları bir tarafa bırakıp şeytanın varlığı üzerinde tartışmaya başladık. Ben de aklım yettiğince bir şeyler söyledim, bir de sizi dinlemek isterim.”
Hayati Bey:
“Böylece siz az önce okuduğum konulardan birini öne çıkarmış oldunuz.” dedi ve çıkardığı notlar içerisinden birisini seçerek okumaya başladı.
“Şeytanın en mühim bir desisesi, kendini kendine tabi olanlara inkar ettirmektir.” (Lem’alar, 82)
“Çok enteresan!” dedi Erol. “Demek ki, bir kısım arkadaşlarımız şeytana karşı çıkayım derken bilmeden onun oyununa gelmiş, onun yoluna girmişler.”
“Maalesef öyle!” dedi Hayati Bey ve şunları söyledi:
“Şeytan için önemli olan bir Müslümanı küfre sokmak, kendisine cehennem arkadaşı yapmaktır. Doymak bilmeyen kinini sergilemek, huzurda yaptığı küstahlıkta ısrarını sürdürmektir. Bunun için her yolu dener. Şeytana tapanlar da, onu inkâr edenler de küfre girdiklerinden sonuçta şeytan için bir şey değişmez. Zaten şeytana tapanlar bunu bir sapık felsefe hâline getirmeseler de hayat düzenleri bu çizgidedir. Sürekli olarak nefislerinin dediğini yapan, ömrü hep isyanla geçen insan bir bakıma kendi nefsine tapmaktadır. Bunun bir ileri kademesi şeytana tapmak ve bunu bir batıl inanç hâline getirmektir.
Şeytanın varlığı âyetlerle sabit olduğundan bir âyeti dahi inkâr etmek insanı küfre götürür. Şeytan bunu çok iyi bilir. Önce kişiye kendisinin varlığını inkâr ettirir. Sıra onun kalbine ‘Artık sen kâfir oldun.’ imajını yerleştirmeye gelmiştir.”
Biraz durakladı. Önündeki notları karıştırırken:
“Önceki görüşmelerimizde söz konusu ettiğim bir vecizeyi tekrar okumak isterim.” dedi. Kısa bir süre sonra, “Tamam, buldum.” diyerek elindeki notu okumaya başladı:
“İnsanlardan şeytan vazifesini gören cesetli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi cinnîden ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat’iyyettedir.” (Lem’alar, 82)
“Bazı kişilerin işi, başkalarını yoldan çıkarmak, onları ahlâksız yahut inançsız yapmaktır. Bunu hayatlarının gayesi hâline getirmişlerdir. Şimdi bu adamlar yanlış fikirlerini başkalarına aktardıklarında şeytan görevi yaparlar. Şu farkla ki, bunlar şeytanın sanki ceset giymiş şeklidirler. Cesetleri ortadan kalksa, habis bir ruh ile karşı karşıya kalırsınız.”
“Öyle değil mi?” dercesine Erol’a baktı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
“İnsan hayırlı bir iş yapmaya karar verir ve bunu nasıl icra edeceğini düşünür. Plânlar kurar, tecrübeli kişilerin fikrini alır, o konuda yazılmış makaleler, kitaplar varsa onları bulur ve okur. Bütün bunları iradesiyle yapar. İnsan bununla meşgulken ve aklını ona yorarken hiç aklında yokken fena bir şey kalbine gelir. Bunun akıldan doğmuş bir fikir olmadığı açıktır. Öyle ise buna bir sorumlu bulmak gerekiyor. Kimdir ona rağmen onun kalbine bu fena düşünceyi fısıldayan. Bunun insan türünden olmayan, görünmeyen ve kalbe bir şeyler atabilen bir başka varlıktan geldiğini akıl da kabul eder.
Bu noktada insanın mahiyeti büyük önem kazanır. İnsan, arı gibi sadece bal veren, ipekböceği gibi yalnız ipek ören, yılan gibi zehirleyen bir varlık olmadığı gibi, melek gibi sadece İlâhî emirleri yerine getiren ve isyan nedir bilmeyen, yahut şeytan gibi işi gücü isyan olup itaat nedir bilmeyen bir varlık da değildir. Bu irade sıfatıyla insanlar bir ilâhî imtihana muhatap olmuşlar, dilediklerini yapabilme hürriyetine sahip kılınmışlar, iyiyi yapmaları için kendilerine Peygamberlerin tebliğleri ulaşmış, meleklerin ilhamı yetişmiş, vicdanlarının sesi yardımcı olmuş, şerri tercih etmeleri için de şeytanlar onlara musallat olmuş, nefis daima kötülüğü emretmiştir. İşte böyle bir insan, nefsine uyarak kötülük işlemeye meylettiğinde, vicdanı ve inancı bunun karşısına çıkar. İç âleminde bir çekişme başlar. Bu çekişme gösteriyor ki, onun iç aleminde biri hayırdan, diğeri şerden taraf olan iki unsur mücadele etmektedir. İşte bu mücadelede şeytan ona yanlış telkinlerde bulunur. İnsan, bu telkinlere kanması hâlinde birilerinin sözünü tutmuş, kanmadığında kendi fikrine, kendi iradesine hâkim olmuş demektir. Bu iki zıt kutbun ikisini de akla vermek mümkün değildir. Akla karşı çıkan bir düşmanın varlığı açıkça görülmektedir. Bu ise iç âlemde nefis, dış âlemde ise o nefsi destekleyen şeytandan başkası değildir.
Şeytan cin türündendir. Ateşten yaratılmıştır. Bilindiği gibi cinler de imtihana tâbidirler. Hayrı da şerri de işleme imkânına sahiptirler. Şu var ki, şeytan Hz. Âdem’e secde etmemekle imtihanı kaybetmiş, daha sonra huzurdan kovulmuştur. Artık şeytan sadece şerri düşünecek, şer için çalışacaktır. Bu konuda kendisine kıyamete kadar mühlet verilmiştir.”
Erol hayret ve taktirle Hayati Bey’e bakıyor, her cümlesini büyük bir dikkatle dinliyordu. Sözün burasında:
“Affedersiniz,” dedi. “Bu sözlerinizle benim bir merakımı da gidermiş oldunuz. İzin verirseniz kısaca açıklayayım.”
“Memnun kalırım.” dedi Hayati Bey.
“Şimdi anlıyorum ki,” dedi Erol, “insanın hatasında bilerek ısrar etmesinde de bu şeytan inadı saklı. Ben buna çok hayret ederdim. Felsefe öğretmeni olarak bu konuya özel bir ilgi duymuşumdur. Bir öğrenci ders çalışmadığında sınıfta kalacağını bildiği halde niçin oyunu okumaya tercih ediyor; okuldan kaçıp eğlence yerlerine gidiyor? Demek ki, onun iç âleminde de başlangıçta bir mücadele yaşanmış. Ve o, oyunu tercih ederek sınıfta kalmayı, okuldan atılmayı göze almış. Şeytanın huzurdan kovulunca sürekli isyan etmesi gibi, o zavallı genç de nefsine yenilerek okulu bırakmaya karar verince artık aralıksız olarak kendini oyalayacak eğlencelerin peşine takılmış.”
Derince bir nefes aldı:
“Fakat” dedi, “Bunların önemli bir avantajları var. Kendilerine ulaşılabilse hatadan dönebilirler. Bu noktada hepimize büyük görev düşüyor.”
Hayati Bey:
“Çok güzel!” dedi. “Böylece bana da bir konuda ışık tutmuş oldunuz. Sözünü ettiğiniz öğrenci gibi, sürekli isyan eden kişiler de cennet ümidini kaybetmişler ve cehennem yolunda durmadan ilerliyorlar. Onlara Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeleri gerektiğini iyi anlatabilsek bu çirkin oyundan dönebilecekler.”
Erol:
“Özür dilerim,” dedi. “Konuyu biraz değiştirmiş oldum. Lütfen, kaldığınız yerden devam ediniz. Konuşmalarımız benim için gerçekten çok faydalı oluyor.”