TR EN

Dil Seçin

Ara

Sonsuza Takılmak / Vesvese’den Kurtuluş - 3

Hayati Bey, Erol’u yolcu ettikten sonra yayınevini şöyle bir dolaştı, günlük olağan kontrolünü yaptı ve yazıhanesine döndü.

Aradan bir hafta geçmişti. Erol’dan bir ses çıkmadı. Hayati Bey, camiye her gidişinde saflarda gözü hep Erol’u arıyor, her telefon çalınışında acaba “Erol mu?” diye merakla telefona sarılıyordu.

Sonunda Erol’dan bir telefon geldi. Çok samimi ve candan bir eda ile, “Selamlar, değerli ağabeyim!” deyişi Hayati Bey’i çok rahatlattı. “Biraz arayı açtım her halde. Okuldan çıkınca size uğramak istiyorum. Konuşmalarınızdan çok fayda gördüğümü tekrar ifade etmek isterim. Bu defa soru sormak için değil, sizi iki arkadaşımla tanıştırmak için geleceğim. Kendilerine sizinle yaptığımız sohbeti aktardığımda çok memnun kaldılar ve tanışmak istediler.”

Hayati Bey, “Beni bahtiyar edersiniz. Bekliyorum.” dedi.

Saat altı sularıydı. Erol, iki arkadaşıyla birlikte yazıhaneye geldiler.

Tanışma faslından sonra, Hayati Bey, Erol’a şunları söyledi:

“Bilirsiniz, iki nokta arasındaki en kısa mesafe doğrudur. Ben de işi sağa sola sarkıtmadan, geçen hafta içimden geçenleri aynen aktarmak isterim. Sizinle yaptığımız tartışmadan sonra, içime şöyle bir fikir doğdu. Geçmişte yaptığımız tartışmaları şöyle bir özetleyeyim ve Erol’a aktarayım.”

“Anlatacaklarımın çoğunda senin bir problemin olmayabilir. Ama benzer sorular öğrencilerin tarafından bir gün sana da sorulabilir.”

Erol’a soran gözlerle baktı:

“Çok güzel olur.” dedi Erol. “Böylece sizden vesvese konusunda bir seminer dinlemiş oluruz. Bundan arkadaşlarım da çok memnun kalırlar.” Arkadaşları da Erol’u destekleyici şeyler söylediler.

Hayati Bey söze Önder’den başladı:

“Altı ay kadar önce mühendislik son sınıfta okuyan bir öğrenciyle tanıştık. Kendisine benden söz etmişler. Derdini hemen ve büyük bir heyecanla döktü ortaya. Hatırına gelen kötü şeylerden  dolayı, imanı konusunda bir şüphe içine girdiği zannına kapılmış.

Hissiyatını biraz olsun yatıştırmak için kendisine ders durumundan ülke meselelerine kadar bir hayli konuda sorular sordum, heyecanının dozunu birazcık olsun düşürmeye çalıştım. Sonra kendisine şunları söyledim.

“Heyecanla bir yere varamayız. Konuyu ilmî bir atmosferde ve acele etmeden, soğukkanlılıkla tahlil etmemiz gerekiyor. Önce, “iman ve şüphe” kavramları üzerinde duralım. Bildiğin gibi insan, iman hakikatlerine kalben inanmakla ve bunu diliyle de ikrar etmekle mümin olur. Küfre girmesi için de bunun tersinin gerçekleşmesi gerekir; yani kalbiyle bu hakikatleri reddedecek ve diliyle de bunu ifade edecektir. Sen şeytanın vesvesesine kapılarak imanının tehlikede olduğu zannına kapılmışsın ve bunun endişesini taşıyorsun. Demek ki, senin kalbin, inkârın birinci şartından çok uzak; imana sahip ve bunun kaybolmasından endişeli. Dilin de zaten bu endişeyi ifade etmekte. O halde senin küfürle bir işin yok, hiç endişeye kapılma.” dedim.

Biraz rahatladı. Gözlerinde ümit ışıkları yanıp sönüyor gibiydi. “Gelelim şüphenin ne demek olduğuna.” diye sürdürdüm konuşmamı:

“Mesela, sen İlahiyat fakültesi öğrencisi olsan ve sana batıl bir dini inceleme görevi verseler, bu konuda bir de seminer yapmanı isteseler, sen o yanlış dini incelediğinde hayaline bazı kötü şeyler gelebilir. Bazen, “Acaba bu adamlar şu meseleyi nasıl açıklıyorlar?” diye onların yanlış görüşlerini tahlil de edebilirsin. Bunlar kesinlikle şüphenin tarifine girmez. Şüphe, yanlışa da doğru kadar ihtimal vermek ve bu ikisi arasında bocalamak demektir. Şüphede akıl kararsızdır; doğru ile yanlış arasında dolaşıp durur. Bir gerçeğe tam inanıldığı halde akla onun aksine bir fikrin gelmesi şüphe değildir. Senin böyle bir meselen olmadığına göre, bunların hiçbirinin sana zararı olmaz. O görüşleri aklın ve kalbin kabul etmediği sürece senin imanına o yanlış düşüncelerin hiçbir zararı dokunmaz.”

Sonra omzuna hafifçe dokunarak, “Korkma!” dedim, “Senin iman kalen, hafif bir esintiyle yerinden kopup uçacak gibi değil.”

Yüzü tebessümle doldu.

Daha sonra kendisine Sözler’de geçen şu cümleyi okudum:

“Hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür; tasdik-i aklîden ve iz’an-ı kalbiden ayrıdırlar, başkadırlar.”

Demek ki, yanlış bir inancı yahut şeytanın insan kalbine attığı bir vesveseyi hayal aleminde canlandırmak ve ona taraftar olduğu vehmine kapılmak, yahut onu aklında şekillendirmek, incelemek insanın imanına zarar vermez. Zarar olması için, tasdik-i aklî yani aklın o yanlışı kabul etmesi ve iz’an-ı kalbî yani kalbin ona inanması gerekir.” İyiden iyiye rahatladı. “Bak kardeşim,” dedim, “İnsan, ateşi düşünmekle ve hayal etmekle ne yanar, ne de terler. Sen ateşten çok uzaklardasın. Telaş etmene gerek yok.”

Osman Bey söze karıştı:

“Özür dilerim.” dedi. “Biraz konu dışı olacak ama yeri gelmişken aklıma takılan bir konuyu sormak istiyorum.

“Acele etmemize gerek yok.” dedi Hayati Bey. “Başka şeyler de konuşur, sonra yine konumuza dönebiliriz.”

Misafirini rahatlatma için bir de latife yaptı:

“Her halde bu son görüşmemiz değil. Nasip olursa daha çok kez görüşeceğiz.”

“Okuduğunuz parçada ‘tevehhüm’ kelimesi geçti. Ben bir kitapta insandaki batınî hislerin birinin de ‘kuvve-i vehmiye’ olduğunu okumuştum. Vehmin de akıl ve hayal gibi bir his olmasını doğrusu pek anlayamadım.”

Hayati Bey, “Sorunuz konu dışı sayılmaz.” dedi. “Vehim insan ruhu için önemli bir his. Diğer hisler gibi bunun da doğru yahut yanlış kullanılması söz konusu. Mesela, insan ‘benim gözüm’ derken bunu vehim kuvvesiyle söylemektedir. Akıl ise, çok iyi bilir ki, o göz Allah’ın harika bir eseridir ve o kişiye emanet verilmiştir. İnsanın kendi gözünün gerçek sahibi olduğunu sanması ve onu haram helal demeden dilediği gibi kullanması, vehim kuvvesinin yanlış kullanılması demektir.

Bir başka örnek vereyim: İnsan bilir ki, bu hayatın sonu ölümdür. Ama hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışabilmesi vehim kuvvesi sayesindedir.

İşte kendisinin mümin olduğunu bilen bir insanın bir an için bunun aksini tevehhüm etmesi, vehmin yanlış kullanılmasıdır. Bu yanlışlık sürekli olmaz ve ona bir zarar da vermez.”

“Teşekkür ederim.” dedi Osman bey. “Beni gerçekten çok rahatlattınız.”

Odada çok samimi bir hava oluşmuştu. Bu güzel atmosferde her şey rahatlıkla konuşulabilirdi. Hayati Bey önüne koyduğu notları karıştırmaya başladı.

“Her biri diğerinden önemli ama, tamamını bir sohbete sığıştırmak da oldukça zor.” diye söylendi.

Erol, “Sizi fazla yormak da istemeyiz. Çok şeyin bir arada konuşulması fazla verimli de olmayabilir. Benim şöyle bir teklifim olacak. Bu konuda size çok sorular geldiğine göre bunlardan en çok sorulan bir ikisine öncelik verebilirsiniz. Kalanları gerekirse bir başka buluşmamızda konuşuruz.”

“Güzel olur.” dedi Hayati Bey. Akşam da yaklaşıyor. Ezan okununcaya kadar bir iki konudan söz edelim. Namazdan sonra sizi pek bırakma niyetinde değilim. Yemeği birlikte yiyeceğiz.

Bakın önümde şöyle bir not var.

“Şeytanın en büyük bir desisesi: Hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatır ve der ki: “Bir tek zat, umum zerrat ve seyyarat ve nücûmu ve sair mevcudatı bütün ahvaliyle tedbir-i Rubûbiyetinde çeviriyor, idare ediyor. Böyle hadsiz acib büyük bir mes’eleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?” der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkârı uyandırıyor.” — Lem’alar

Son cümle çok önemli. Vesvesenin gerçek kaynağını ortaya koyuyor. İnsan, sonsuz bir kudretle olan şu azim işleri düşünürken kendi aczini ölçü aldığında önüne iki yol açılır. Birisi, Allah’ın bu akıllara sığmaz sonsuz icraatına karşı hayretini tekbirle dile getirmek; diğeri inkâr yoluna sapmak.

Bakışlarını Osman beyde yoğunlaştırarak:

“Bir harf kâtipsiz olmaz.” gerçeğini kim inkâr edebilir!?.. Bir ilkokul öğrencisinin defterine kardeşlerinden birisi bir harf yazsa, farkına vardığında hemen öfkelenecek, “Bunu kim yazdı?” diye ev halkını hesaba çekecektir.

Bu örneğin ışığında şeytanın bu desisesini biraz tahlil edelim:

Âlim bir zat gözümüz önünde, çok hikmetli ve anlamlı bir cümle yazıyor. Kendisini tebrik ederek hayranlığımızı dile getiriyoruz. Sonra aynı mükemmellikte bir cümle daha yazıyor. Hayretimiz bir kat daha artıyor. Üçüncüyü,.., onuncuyu,.., yüzüncüyü yazdığında artık ona olan hayranlığınızı ifade edecek kelime bulamıyoruz.

“Bu günlük bu kadar.” diyor ve “Size yarın çok daha büyük harikalar göstereceğim.” diyerek yanımızdan ayrılıyor.

İkinci gün buluştuğumuzda, kalemini sayfaya dokundurduğunda bir sayfa yazı birden ortaya çıkıyor. Böylece bir dakika içerisinde üç yüz sayfalık bir kitap koyuyor önümüze. Artık dilimiz tutuluyor, hayretler içinde birbirimize bakakalıyoruz.

Gel gör ki, içimizden birisi çıkıyor ve “Arkadaşlar, bir harfin kâtipsiz yazılmayacağını kabul ediyorum. Ama bir dakikada yüz sayfalık bir kitabın yazılmasına aklım ermez. Bunları birisinin yazdığını kabul edemem.” diyor.

Kendisine, “Peki,” diyoruz, “aklın almasa da gözün görüyor ki şu anda bir kitap var önünde ve bu kitap bir dakika önce yoktu. Bunu ne ile açıklayacaksın?”

“Orasını bilmem.” diyor. “Bana göre bu kitap kâtipsiz olarak ortaya çıkmış, kendi kendine olmuş.” 

Bu misali, kâinat kitabından bir harf olan suya uygulayalım. Adam, oksijen ve hidrojen gibi iki zıt varlığı yaratan ve bunları bir araya getirerek bir damla su haline getiren bir ilim ve hikmet sahibinin olduğunu kabul ediyor. Ama önüne nehirleri denizleri, okyanusları koyduğunuzda kafası karışıyor, “Bunları birinin yaptığını aklım almıyor.” diyor.

“Bu kadar açık bir hatayı aklı başında bir insan yapamaz!” diyorsunuz; ama yapıyor. Demek ki, ortada bir aldatılma ve bir adatan var. Adamcağız, büyük bir taşı kaldırmaktan aciz olan o cüz’i kuvvetini ve yine iki işi birlikte dilemekten aciz olan o cüz’i iradesini ölçü tutuyor ve bütün varlık alemini birlikte çekip çeviren ve sonsuz işleri birlikte irade edebilen İlâhî kudret ve iradeyi anlamaya kalkışıyor. Böylece kendisini şeytanın oyununa gelmeye hazırlamış oluyor.

Bekir Bey söze karıştı:

“Bu nokta çok önemli.” dedi. “Üzerinde ne kadar durulsa azdır. Bir çok kişiden benzer şeyleri ben de işitmişimdir. Hepsinin takıldığı ortak nokta, bu kadar çok ve birbirinden farklı işin birlikte ve bir anda nasıl meydana gelebildiği.”

Hayati Bey, “Bakın değerli kardeşlerim” dedi. “Hepinizin bildiği bir hadis-i kudsî var: “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Nefsi bilmek çok önemli. Burada nefis, insanın kendisi, zatı demektir. Yani bir insan kendi varlığını, duygularını, kabiliyetlerini doğru değerlendirir, aciz ve fani bir misafir olduğunu iyi bilirse Rabbini bilir ve bulur.

Bunları şunun için söylüyorum. İnsanın kendisini bilmesi ve doğru değerlendirmesi çok önemli. Aksi halde, şeytanın oyununa rahatlıkla gelebilir.

Bekir Bey, “Çok doğru.” diye Hayati Bey’i tasdik etti. “Bu konuyu biraz irdelesek iyi olur sanırım.”

“Nasıl isterseniz.” diye karşılık verdi Hayati Bey ve şöyle sürdürdü konuşmasını:

“İnsan her yönüyle sınırlı bir varlık. Bunu unutan insan, nefsini bilme noktasında büyük bir eksikliğe düşmüştür ve birçok hatalar onu beklemektedir. İnsan hayatının bir başı ve sonu olduğu gibi, insan kuvvetinin ve kudretinin de bir başı ve sonu vardır. İnsanın görmesi sınırlıdır, her şeyi göremez. İşitmesi de sınırlıdır, belli frekansların dışındaki sesleri işitemez. Aynı şekilde insan aklı da sınırlıdır. İnsanlar bunun farkında oldukları için birbirleriyle işbirliği yoluna giderler: “Sen atomları incele, ben toprağı inceleyeyim, beriki gökyüzünü incelesin, bir başkası denizleri konu alsın.” diye bir taksimat yaparlar ve her biri kâinat kitabındaki bir harfi yahut bir kelimeyi incelemeye koyulur.

Hayvanlar âlemi uçsuz bucaksız, her biri hakkında yapılmış nice ilmî çalışmalar var. Genlerden, bakterilerden, bir milyonu aşkın bitki ve hayvan türlerine kadar çok geniş bir sahada on binlerce bilim adamı harıl harıl çalışıyorlar. İlâhî ilim ve hikmetin inceliklerini kendi ihtisas sahalarında bir derece olsun anlamaya çabalıyorlar. Ve hepsinin vardığı ortak nokta: Hayret!

Bu hikmetlerin tamamına bir ferdin ulaşması mümkün değil.”

Erol, sözün nereye varacağını anlamıştı.

“Akıl, Allah’ın yarattığı eserleri bile tam manasıyla anlamaktan aciz iken, insanın kalkıp İlâhî kudretin sonsuzluğunu anlamaya kalkışması ne kadar tuhaf! Sanırım, siz de bu noktaya vurgu yapmak istiyorsunuz.”

“Doğru,” diye Erol’u tasdik etti Hayati bey ve sözlerini şöyle noktaladı:

Son olarak size vaktiyle kaleme aldığım kısa bir yazıdan söz etmek isterim. Şöyle yazmıştım:

“Aklım almıyor!” dedi.

“İyi yapıyor.” diye karşılık verdim. “Sen deryayı bardağa doldurmak istiyorsun. Suç bardakta mı?

Aslında onun yaptığı bundan da ileriydi. O, İlâhî sıfatların sonsuzluğuna aklını takmıştı. Ve sonsuzu sınırlıya sığıştırmak istiyordu.”

“Güzel!” dedi, Bekir Bey. “Hem de çok güzel!” Böyle kişilerin hali de bir çeşit akıl hastalığıdır. Bu hastalığın en büyük zararı kalbe dokunur; onu şüphelere düşürür ve inkâra doğru sürükler.

Erol saatine baktı. Vakit hayli geçmişti. “Sizi fazlasıyla yorduk. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.” diyerek ayağa kalktı ve müsaade istedi.

Hayati beyin birlikte kahvaltı yapma teklifine ayrıca teşekkür etti ve ezan sesleri arasında yayınevinden ayrıldılar.

Üçü de sevinçli ve bir o kadar mutluydular.