“Hem kel hem fodul.”
“Hem dersini bilmez hem şişman herkesten.”
“Sırça köşkte oturup da başkasına taş atmak.”
“Merd-i Kıpti şecaat arz edeyim derken sirkatin söylermiş.”
12 Eylül 2006’da Papa’nın Almanya’da Regensburg Üniversitesi’nde yaptığı konuşma etrafında kopan fırtına nispeten dindikten sonra konuşma metninin tamamını okuduğumda aklıma ilk gelen yukarıdaki sözler oldu.
Papa’nın konuşması aslında Hristiyanlık tarihi açısından bakıldığında, tüm geçmişi reddedercesine aklı kutsayan ve bu yönüyle de Hristiyanlık için yeni bir sapma, yeni bir kırılma noktasıdır. “Yeni” diyorum, çünkü Hristiyanlık tarihi zaten başlangıcından bugüne çok çeşitli “sapma”ların tarihidir. Bu sonuncusunda Papa, “Tanrı ve Akıl” konusunu yeni bir perspektifle ele almış ve âdeta akıl karşısında (hem de Yunan aklı!) teslim bayrağını çekmiş gibi görünmektedir.
Papa 16. Benedictus’un bu konuşması, herhalde tarihe ancak bir kara mizah örneği olarak geçebilir. Papa bir yandan akıl karşısında âdeta günah çıkarırken, diğer yandan kendi geçmişlerini unutup İslâm gibi ‘kemale erdirilmiş’ bir dine hem de kendisinin en zayıf olduğu yönden söz söyleme cüretinde bulunmaktadır. Tam bir “merd-i Kıpti” durumu yani.
Konuşmada, İslâm’la alâkalı iki temel iddia söz konusu: 1) İslâm kılıç zoruyla ve kutsal savaş anlayışı çerçevesinde yayıldı; 2) İslâm, Tanrı ile akıl arasında bir bağ kurmamıştır.
Bu iddiaları duyan da, Hristiyanlıkta Tanrı ile akıl arasında sarsılmaz bir bağ varmış sanır. Hristiyanlığın sevgi ve barış dini olduğu safsatası da başka bir garabet. Her iki iddiada da gerçek tam tersinedir. Üstelik, bu sadece Müslümanlarca değil, pek çok Hristiyan tarafından da artık teslim edilen bir hakikattir. (l)
Öte yandan meselenin 15. yüzyıl başlarında yazılan bir metinden hareketle gündeme getirilmesi de ayrı bir garabet örneğidir. Belki Bizans İmparatoru Manuel II. Palaeologos’un, kapısında kendisini kuşatmış olan Müslümanlara bakıp da “İslâm’ın kılıçla yayıldığı” iddiasını dillendirmesi tarihsel şartlar açısından bakıldığında normal bir tepki olarak görülebilir.
Ama 21. yüzyıl başlarında hem de tüm dünya Hristiyan emperyalizmi tehdidiyle yüz yüze gelmişken ve fiili işgaller hem de İslâm topraklarında söz konusuyken kalkıp da İslâm’ın şiddet önerdiğini, savaş istediğini, zaten insanlığa şiddet ve savaştan başka bir şey getirmediğini ifade etmek ancak bu akıllılara(!) mahsus bir tuhaflık olabilir.
Aslında tarihsel açıdan, Hristiyanlıkta ilk ortaya çıktığı dönemler itibariyle sevgiden, barıştan, kardeşlikten bahsedildiği doğrudur. Ama Hristiyanlık sonrasında yıllarca mücadele verdiği düşmanına benzemekten kurtulamamıştır. Pagan Yunan düşüncesi, despot Roma putperestliği ve bunların karmasıyla oluşan Helenistik kültür, Hristiyanlığı tanınmaz bir biçime dönüştürmüştür. Bu dönüşmüş haliyle Hristiyanlık, artık bir din olmaktan çok, batı kültürünün kabına dökülmüş ve orada şekillenmiş bir kült durumundadır.
Dahası, modern dönemlerle birlikte Hristiyanlıkta yaşanan kırılmaların artarak devam ettiği de bir gerçektir. Özellikle hümanizm, reform, Rönesans, aydınlanma, sekülerizasyon, desakralizasyon, pozitivizm, bilimsellik, evrim, ilerleme gibi kavramlar bir bakıma Hristiyanlığın ne tür kırılma süreçlerinden geçtiğini bize haber vermektedir.
Yine, Helenistik dönem, Patristik dönem, Skolastik dönem, Ortaçağ karanlığı, yeniçağla birlikte yaşanan gelişmeler, modern ve post-modern dönemler ve bu devrelerin her birinde Hristiyanlığın şekilden şekle girişi, sıradan ansiklopedilerde bile takip edilebilir durumdadır.
Tüm bu tarihî bilgiler ortada iken, Papa’nın tarihe, akla, vicdana, ilme ters düşen bir konuşma yapması, nasıl bir akılla izah edilebilir, doğrusu anlamak güç! Herhalde Papa, kendini Robinson Crusoe, diğer insanları da Cuma olarak gören batılı anlayışa özendi.
Halbuki Papa, bu konuşmayı yapmadan önce, Hristiyanlığın geçtiği şu süreçleri hatırlamalıydı: Yahudilikten devralınan miras, Pavlus’un âdeta yeni bir din ihdas edişi, İsa’nın tanrılaştırılması, kilisenin İsa’laştırılması, ruhban sınıfının oluşturulması ve tanrısal yetkilerle donatılması, Roma imparatoru Konstantin’in Milan Fermanı’yla Hristiyanlığı resmi dine dönüştürmesi, konsil maceraları, İncil’lerin hangisine itibar edileceği tartışmaları... Eğer Papa bunları hatırlasaydı, Hristiyanlığın geçmişinin akılla ne kadar örtüştüğünü daha iyi idrak ederdi.
Papa, Hristiyan geçmişin akıl ve sevgi ile ne kadar “örtüştüğünü” görmek için şunları da hatırlamalıydı: 300 yıl süren “Arius ihtilafı,” Tertullianus’un “saçma olduğu için inanıyorum”uyla Clemens’in “anlamak için inanıyorum”u arasındaki gelgitleri, gnostisizmle yapılan hesaplaşmaları, imparatorlarla ve iktidarla olan ilişkileri, ilk dönemlerden itibaren uygulanan aforozları ve engizisyonları, Katolik-Ortodoks ayrışmalarını, Skolastisizm sonrasında yaşananları, tercümeler vesilesiyle İslâm dünyasından aktarılan bilgileri, İbn Rüşd yorumları gölgesinde akıl-vahiy uzlaştırması girişimlerini, Thomas Aquinas’ın çabalarını, Haçlı seferlerini, reform, Rönesans süreçlerini, Protestanlığın ortaya çıkışını, bilim ve bilimsellikle yaşanan mücadeleleri, aydınlanmayı...
Aslında sırf coğrafi keşifler döneminde Hristiyanlığın dünyaya ne tür yöntemlerle yayıldığına, misyonerlik tarihine bakılsa bile, çok çarpıcı sonuçlar çıkar önümüze. Oryantalizmin bilimsel katkıları sayesinde zaten alışık olduğu ötekileştirme ve düşmanlaştırma (şeytanlaştırma) çalışmalarını hızlandıran Batının karşıdakini her yönüyle tanıma çabaları içerisinde antropoloji, psikoloji, sosyoloji ve sosyal psikoloji gibi disiplinleri oluşturmasında da Hristiyanlığın modern kırılmalarının ve sapmalarının izleri sürülebilir.
Tüm bunlardan sonra, herhalde Papa’ya ve Hristiyanlık âlemine, şunları sormaya hakkımız var:
Aforoz, engizisyon, haçlı seferleri gibi Hristiyanlık tarihinin silinmez kara lekelerini hangi akılla izah ediyorsunuz, hangi sevgiyle ve hangi barış ruhuyla bunları gerçekleştirdiniz?
Emperyalizm, köleleştirme, sömürgecilik, vazife-i temeddün (medenileştirme vazifesi) nasıl bir akıl ürünü? Cuma’ları eğitmekle yükümlü oluşunuz sadece sevgi ve merhamet duygularınızın kabarmasından mı? Bu nasıl bir sevgi ve merhamet ki, onları köleleştirmeyi ve sömürmeyi tercih ediyorsunuz? Yoksa bunu gelişmişlik (!) düzeyinizi başka zavallılara ulaştırma amacınız mı gerektiriyor?
Reconquista, Endülüs, Kızılderililer, Latin Amerika uygarlıkları, Afrika’nın yoksullaştırılan insanları sizden hep sevgi ve merhamet gördüler, değil mi? Yakın geçmişte Bosna’da yaşananlar da sizlerin engin merhametinin bir yansımasıydı! Günümüzde yaşananlar sizlere müteşekkir olmamızı gerektiren cinsten. Bizlere demokrasi getiriyorsunuz, bizleri özgürleştiriyorsunuz! Bir de bunu Tanrı’nın size yüklediği bir görev olarak yaptığınızı söylüyorsunuz ya! Eh bu kadar sevgi karşısında ne denir ki? Bizimkisi de herhalde düpedüz nankörlük oluyor!
Ya şu “sır”larınıza, “dogma”larınıza ne demeli? Tabii bizler bunları anlayamayız. Çünkü Tanrı’nın size bolca verdiği akıldan biz zavallılar mahrumuz ne de olsa... Tanrı’nın hem bir hem üç oluşunu, Âdem babamızın günahından dolayı hep suçlu doğuşumuzu, kilisenin bağışlaması olmadan felaha eremeyişimizi, vaftiz olmayanların kurtuluşa eremeyeceklerini bir türlü anlayıp da yola gelemiyoruz. Gerçi bazen çok ince izah denemeleri yapıyorsunuz. Meselâ teslisteki üç unsurun yapısal değil de fonksiyonel olduğunu, aslında üçün bir olduğunu, tek tabiat ve üç kişilik şeklinde tecelli ettiğini belirtiyorsunuz. Ama ne yapalım bizim kasır fehmimiz bu gibi sırları ve incelikleri idrak edemiyor. Bir tanrının hem tanrı olmasını hem de insan olarak enkarnasyonunu anlayamıyoruz, ne yapalım? Ya da bir insanın hem insan olup acı çekmesini hem de tanrı olmasını bir türlü idrak edemiyoruz. Sahi, bizim seçilmiş bir peygamber olarak saygı duyduğumuz Hz. İsa insanken mi tanrı oldu, yoksa tanrıyken mi insana dönüştü? Tarihsel bir İsa var mı yoksa manevî ve ilâhî bir varlıktan mı söz ediyorsunuz?
Peki, temel inanç konularını oluşturan dogmalarınızın farklı zamanlarda bir araya gelen insanlar tarafından, uzun tartışmalar neticesinde, dört ayrı konsilde belirlenmiş olmasını neye bağlıyorsunuz?
Doğrusu, insanları potansiyel olarak kötü görmeyi, asli suç ya da ilk günah düşüncesini, cinlenmiş ya da içine şeytan girmiş diyerek insanları, hele hele kadınları ateşlerde yakmayı nasıl bir akıl ve merhamet anlayışı ile gerçekleştirdiğinizi de merak ediyoruz. Bırakın diğer din mensuplarını, kendi dininizde sizin gibi düşünmeyenleri engizisyonlarda katlederken, nasıl bir merhamet taşıyordunuz kalbinizde?
Akla ve mantığa aykırı buldukları bazı dogmalarınızı kabul etmedikleri için bilim adamlarınızı aklın bir gereği olarak engizisyonlarda yargılayıp ölüme gönderirken de size rehberlik yapan o üstün akıl ve engin merhamet anlayışınız mıydı?
Sizler Hristiyanlığı yayarken hiçbir şekilde zor ve şiddet kullanmadınız. Herkes kuzu kuzu benimsedi Hristiyanlığı; öyle değil mi? Her gittiğiniz yerde çiçeklerle karşıladı insanlar sizi. Kızılderililer, Latin Amerikalılar, Afrikalılar’a karşı zor ve şiddet kullanmadınız! Zaten Müslümanlar davet ettiği için Afganistan’a, Irak’a giriyorsunuz! Başka hiçbir niyetiniz yok. “Tanrı’nın Krallığı”nı gerçekleştirip, tüm insanlığa adalet, huzur dağıtacaksınız. Tüm insanlığı aklın, bilimin, aydınlanmanın, ilerlemenin huzur dolu ikliminde kardeşçe yaşatacaksınız.
Sevgi, uzlaşma, hoşgörü, merhamet dendiğinde hemen akla sizin gelmeniz gerektiğini söylüyorsunuz. Peki, o yüzden mi diğer din mensuplarıyla yüzyıllardır diyalog adına bir adım mesafe alamadınız? Onları niçin dışlıyor, toplu kıyımlara uğratıyor, gettolara gönderiyorsunuz? Dönüştürme ve kendinize benzetme gibi niyetlerinize ne demeli?
Müslümanların zor ve kılıç dini olduğunu söylüyorsunuz. O yüzden mi Osmanlılar işgal ettiği yerlerde Sırpları, Yunanlıları, Bulgarları, Makedonları, Macarları ve diğerlerini tarih sahnesinden silmedi? Halbuki bunu gerçekleştirecek güçleri vardı. Yine, Ortadoğu’da İslâm’ın başlangıcından bugüne kadar diğer dinlerin yaşam haklarına son mu verildi? Kudüs’te diğer dinlerin yaşam hakkını tanımayan İslâm mıydı, yoksa Hristiyanlık mı? Bir düşünün bakalım. Bir de kendi tarihinize dönüp bakın. Bugün İspanya’da niçin Endülüs Müslümanları yaşamıyor? Büyük hoşgörünüz, onların orada yaşamasına razı olamadı mı? Diyelim ki Müslümanlardan hoşlanmıyorsunuz, Yahudileri neden kovdunuz? Sonraki tarihte Avrupa kıtasında Yahudileri neden kestiniz?
Kendi içinizdeki fikir ayrılıklarını da tarih boyunca hep hoşgörüyle karşıladınız, değil mi? Güya Müslümanlar en ufak fikir ayrılığında kendi kardeşlerini bile kesip doğruyorlar. Siz ise, içinizdeki farklı mezheplere hoşgörüyle bakıyorsunuz. Söyler misiniz, din savaşları gibi ağır sonuçlar doğuran mezhep savaşlarını niçin yaptınız o zaman?
Aslında lafı uzatmaya hacet yok. Hakikat gün gibi ortada. Tarihe küçük bir seyahat, kimin kılıçla ve zorla yayıldığı, kimin sevgi ve merhametle yayıldığı, kimin işgalci olduğu, kimin gönülleri fethederek yol aldığını görmek için yeterli.
Bir yanda akla, kalbe, vicdana uygun esaslara sahip, insanlığa adalet, hak, hukuk, mutluluk ve huzur getiren İslâmiyet; diğer yanda dogmalar, dayatmalarla baskı kuran, getirdiği zulüm hegemonyasıyla insanlığı kontrolü altına almaya çalışan Hristiyanlık!
Eskiden maçlarda hakemler hata yaptığı zaman seyirciler, “Gözüne gözlük!” diye bağırırlardı. Sahi, Papanın gözlük taktığını hatırlayan var mı?
1. Bu konuda birkaç örnek için bakınız: Doç. Dr. Orhan Atalay, Yeni Şafak Gazetesi’nin 19.09.2006 tarihli baskısında yer alan “İslam ve Kilise: Akıl ve Kılıç” başlıklı yazısı. Doç. Dr. Ramazan Biçer, “İslam Kelamcılarına Göre İncil” isimli çalışmasının 3. bölümü. Gelenek Yayınları, İstanbul, 2004
2. Hristiyanlık hakkında Türkiye Diyanet Vakfı tarafından çıkarılan İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerinden ve diğer bazı kaynaklardan bilgi alınabilir. En azından ansiklopedik düzeyde bilgi sahibi olunması bizlere hiç olmazsa meseleye hangi yönlerden bakılabileceğini öğretir. İslâm Ansiklopedisi’nin Hristiyanlık maddesi ilk bilgilenme için önerilebilecek zenginliktedir. Bakınız: TDV İslâm Ansiklopedisi, “Hristiyanlık” maddesi, Cilt:17, s. 328-372.