TR EN

Dil Seçin

Ara

Hayat Ağacının En Son Meyvesi

Hayat Ağacının En Son Meyvesi

Okula bisikletle gidip gelen çocuklardık. O zamanlar kapıdan alıp kapıya bırakan servisler yoktu. Varsa da bizim memleketin henüz buna ihtiyacı yoktu. Kötülük mü yoktu, yoksa anne babalar insanlara, evlatlarına ya da sokaklarına daha mı çok güvenirdi? Çantamızda Bruce Lee, Van Damme posterleri taşırdık. Ergen bulunan her evin, bir ya da daha fazla kapısı, atılan yumruk ya da uçan tekmelerle kırık vaziyetteydi. İki parça odun ve demir zincir, olmadı ip kullanarak yapılan numçaku yüzünden az kişi kendi burnunu kırmadı.

Okula bisikletle gidip gelen çocuklardık. O zamanlar kapıdan alıp kapıya bırakan servisler yoktu. Varsa da bizim memleketin henüz buna ihtiyacı yoktu.

Kötülük mü yoktu, yoksa anne babalar insanlara, evlatlarına ya da sokaklarına daha mı çok güvenirdi?

Çantamızda Bruce Lee, Van Damme posterleri taşırdık. Ergen bulunan her evin, bir ya da daha fazla kapısı, atılan yumruk ya da uçan tekmelerle kırık vaziyetteydi. İki parça odun ve demir zincir, olmadı ip kullanarak yapılan numçaku yüzünden az kişi kendi burnunu kırmadı.

Müstakil bahçeli evlerin cesur çocuklarıydık. 

Kimse bize zıplama, koşma, yavaş yürü, topuğunu yere vurma, bak alt kattakiler kapıya dayanacak şimdi falan demezdi. Zaten mahallede oynamaktan eve gelince kıpırdayacak halimiz de kalmazdı.

Mutluluğumuz kağıttan yapıp uçurduğumuz cinkuşu uçurtma kadar masrafsız ve pervasızdı. 

Yaz aylarında düşmekten dizimiz dirseğimiz yarasız kalmaz, kabuk tutmuş yaralarımızı ya da hâlâ kanayan taze yaralarımızı gösterirdik övünçle. Kış aylarında ise ayaz vuran tenimizde derin çatlaklar oluşur, yanaklarımız allı morlu bir renge bürünürdü. Yaralarını saklamayan, üşüdüğü ilk bakışta anlaşılan çocuklardık.

Her evin bahçesinde dut ağacı olur, kurban bayramında kesilen kurban o dut ağacının dalına asılır, sonra aynı dala salıncak kurulur, meyve verince altına bir sofra gerilir dutlar silkelenip afiyetle yenir, kuruyan dalları sobada yakılır, hiçbir şey olmasa tepesine tırmanır, yorulunca sırtımızı yaslardık.

Bir ağacı lunaparka çeviren çocuklardık...

Bakkaldan yarım ekmek alınan, gripin, novalgin ve aspirin için eczaneye gidilmeyen zamanlardı.

Bodrumunda odun, kömür, pesventi ve hatta talaş içinde muhafaza edilen portakal bulunan evlerin çocuklarıydık. Odun ve kömür sobanın, pesventi banyo sobasının ve portakal da sürpriz yumurtayla tanışmamış çocukluğumuzun hakkıydı.

Geniş banyolarda, gürül gürül yanan banyo sobasının alevlerinin ışık oyunları eşliğinde, çıra kokularıyla mayışarak banyo yapan, yeşil sabun kokulu tertemiz çocuklardık. 

Anlatsam daha da uzayıp gider anılar, yaşanmışlıklar; annemin şefkat kanatları, babamın işten yorgun argın geç gelişleri, damdaki asma ağacı, siyah üzüm, ak üzüm... Karşı evin bahçe kapısının üzerinde bir taç gibi mor salkımlar, yağmurlar, kiremitli evler, sedirler, seleler ve daha neler neler...

İnsan, bir yanıyla geçmişin sayfalarıyla mahzun, bir yanıyla geleceğin bilinmezlikleriyle endişeli, en çok da şimdinin tercihleriyle şaşkın bir yolcu…

Nereye akar ruhumuzun toplamı, sonuç ne olur?

Herbirimiz, kimi hüzünlü kimi neşeli nice hatıralarla birlikte hayat ağacımızın en son meyvesine doğru ilerliyoruz.

O en son meyve, acı mı olacak yoksa tatlı mı, ebedi hayatımızın şifası mı olacak yoksa zehri mi?

Her şeye rağmen bunu belirlemek bizim elimizde! Azıcık durup düşünmenin tam zamanı, hep zamanı!..