TR EN

Dil Seçin

Ara

Konuşma Mucizesi

Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir. Bilginler için elbette bunda ibretler vardır.

— Rûm Sûresi, 22

 

“Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye soran kimseden daha acınacak biri var mıdır dünyada?

O biçâre görmez ki, sorduğu sualin cevabı o sözün çıktığı yerdedir. Düşünmez ki, o soruyu soruşu bile ölülerin dirilmesine açık bir misaldir. Bilmez ki, telaffuz ettiği her kelime ile, bizzat kendisi, soluduğu havanın zerrelerine her an milyarlarca tevhid ve haşir delillerinin nakşedilmesinde bir kalem gibi kullanılmaktadır.

Bir sorabilse o biçâre kendi aklına: Ağzından çıkan o sözleri yaratmak mı zor, yoksa bütün ölüleri diriltmek mi?

Bir sorsa, iki dudak arasındaki o lisanın her an ve her yerde, bütün ağızlardan çıkan bütün kelimelerde, sebeplere ve tabiata hal diliyle meydan okuyuşunu işitecektir:

Bir kelime yaratmak da, bütün ölüleri diriltmek de sonsuz bir kudret ister. Öyleyse bunlardan birini yapan, diğerini de aynı kolaylıkla yapar. ”

İşte, gözümüz önünde her an milyarlarca ağızda sayısız kelimeler yaratılıyor. Ve o kelimelerden herbirinin üzerine öyle tevhid ve haşir mühürleri vuruluyor ki, ilmi, iradesi ve kudreti her şeyi kuşatamayan birisi ne o mühürlere el karıştırabilir, ne de bir tanesinin taklidini yapabilir.

Gelin, o mühürlerden birkaç tanesine göz atalım. 

Konuşan insan, önce neden yaratıldığına baksın:

Anne ile babanın vücudundaki cansız besin parçalarından iki tane yarım hücre yaratılmış; birbirinden tamamen bağımsız şekilde yaratılan kör, sağır, dilsiz ve şuursuz bu iki yarım hücreden de yaşayan, gören, işiten, düşünen ve konuşan bir insan yapılmıştır. Kimin işi bu?

Her gün göz önünde yüz binlercesi cereyan eden bu fiil, eğer iddia ettikleri gibi fâilsiz ve tesadüfi ise, haydi, kendileri fâil olsunlar da onu taklit etsinler: Ölüden diriyi çıkarsınlar ve çıkardıklarını konuştursunlar.

Eğer konuşturamazlarsa sussunlar. Yoksa, ağızlarından çıkan her kelime, kendi yalancılıklarını yüzlerine vuracaktır.

Konuşma fiilinin üzerindeki mührün taklit edilmezliğine delil, onun yoktan ortaya çıkmasıdır. Çünkü konuşan hiçbir varlığın aslında ve başlangıcında konuşmadan eser yoktur. Konuşan insanlarla dolu dünyanın başlangıcında da bu fiilin en küçük bir belirtisi yoktu.

Benzeri olmadan, bir yerden iktibas etmeden, hiçbir ipucuna sahip olmadan, hiçten ve yoktan icad edilip sonra da bütün canlılar dünyasını renk renk tecellileriyle kuşatan bu fiil üzerinde de, dilediğini yoktan yaratan bir irade ve kudretin mührü vardır. Kimin bu mühür?

Kör tabiatta ve şuursuz sebeplerde bu fiilin kaynağını arayanlar, bel bağladıkları bütün sebepleri bir araya toplasınlar, onlara kendi akıllarını da ilâve ettikten sonra konuşma gibi bir fiil yaratsınlar ve o mührün bir benzerini bu fiil üzerine vursunlar!

Yoksa hiç konuşmasınlar. Çünkü konuştukları her şey aleyhlerinde bir delil olarak kullanılacaktır.

Konuşmaya esas teşkil eden düşüncenin yaratılması, en az konuşmanın kendisi kadar akıl almaz bir mucizedir. Başlangıcı cansız besin maddelerinden ibaret bir damla, gözümüz önünde bir insan olup çıkarken, kafasına öyle bir kütüphane yerleştiriliyor ki, dünyanın bütün kütüphanelerinde ve bütün bilgisayarlarında saklanan bilgiler, o iki avuçluk kütüphaneyi doldurmakta yetersiz kalıyor!

Öyle bir kütüphanenin hayat boyu her saniye dışarıdan bilgi alması, içinde o bilgileri değerlendirmesi ve kelimelere dökmesi öyle taklit edilmez bir mühürdür ki, bugün düzinelerce ilim dalında yürütülen hummalı faaliyetler, o mührün üzerindeki esrar perdesini biraz olsun aralayabilmiş değildir. Bir yanda milyarlarca ışık yılı ötelerdeki yıldızları sayan, diğer yanda atom parçacıklarıyla misket oyunları oynayan insan, kendisine bütün bunları yaptıran organının nasıl çalıştığı konusunda hâlâ yüzyıllar öncesinin âcizliği içindedir.

Lâkin, bir de bakmışsınız, o âciz insan, nasıl parladığı bilinmeyen ilham ışıkları kafasında belirir belirmez, yaratıcılıktan söz etmeye başlamıştır! Neyi nasıl yarattığını bilemeyen bu zavallı “yaratıcılar”, nedense, her gün kaç kâinat kapasitesinde yüz binlerce beyni yapıp çalıştıran bir kudrete aynı niteliği yakıştırmakta cimrilik ederler. Halbuki bir tek beynin bir dakikalık faaliyetiyle boy ölçüşemeyen dünya dolusu bilgisayarları kendilerine yaptıran, yine kafalarındaki o taklit edilmez mührün bir eserinden başka birşey değildir.

Bir beyni ve ondaki sayısız düşünce ve duyguları yoktan yaratmak bir yana dursun, bütün bunları tabiatın ve evrimin eline hazır verecek olsanız, ne yapacağını ikisi de bilemez. Çünkü o düşünce ve duyguları beynin dışına çıkarmak ve kullanılır hale getirmek için, taklit edilmez bir dizi mühre daha ihtiyaç vardır.

Önce o düşünce ve duyguların sembollere tercüme edilmesi gerekir. Halbuki ne tabiat, ne de evrim, sembolleştirmek fikrini yoktan icad edemez ve son derece bilinçli bir şekilde düzenlenerek kademe kademe tercüme edildikten sonra kelime meyvelerini veren bir sembol sistemini kurup işletemez.

Oysa, kelimenin tam anlamıyla sınırsız olan düşünce ve duygu bileşimlerinin sembolleştirilmesinde, birbirinden farklı başlıca iki yol seçilmiş ve sembolleri bir yandan lisan ile ses enerjisine, diğer yandan parmaklarla yazıya çevirmek için iki mükemmel sistem icad edilmiştir. İnsan vücudu içinde çok küçük bir yer işgal eden bu iki organa böylesine büyük ve önemli bir işlevi gördürmek için de, beyin korteksinde en geniş iki bölge onlara ayrılmış; bu organlardaki herbir kas ve sinir hücresiyle bağlantılar, en gelişmiş bir şehir telefon sisteminden daha mükemmel bir surette kurulmuştur.

Düşünce ile sembolleştirme ve sembolleri çözme arasındaki hassas ilişkilerin hiçbir kusur kaldırmadığını, afazi” denen konuşma bozukluklarında açıkça görmek mümkündür. Böyle bir vakada hasta, ne anlatmak istediğini bilse bile, bunu ne konuşarak, ne de yazarak ifade edemez. Afazinin reseptif şeklinde ise, hasta konuşur, fakat dinlediği ve okuduğu hiçbir şeyi anlamaz. Hattâ kendi konuştuğunu dahi anlamadığı için, ağzından çıkan sözler de anlamsız bir kelime yığınına döner. Eğer bir insan beynini, düşünceleri ve sembolleriyle birlikte hazır şekilde evrimin eline verip Konuştur bunu” deseniz, alacağınız sonuç aynen bundan ibarettir!

Düşünme, konuşma, yazma, işitme, okuma ve anlama fiilleri arasındaki bu olağanüstü ilişkilerin ve karmaşık önlemlerin üzerindeki taklidi imkânsız mühürler, iman edenlerin gözüne güneş parlaklığı içinde görünürken, evrimcileri de ebediyen içinden çıkamayacakları bir soruyla karşı karşıya bırakır:

Bunların hangisi hangisinden çıktı?”

Soruyu yanlış sordukları gibi, cevabı da yanlış yerde aramaktan vazgeçmezler. O taklit edilmez mührün Sahibini arayacakları yerde, şempanzelerin anlamsız hareketlerinden anlam çıkarmak için yıllarını harcarlar da, sonra yine başladıkları yere gelirler:

Diğer canlılar için mümkün olmayan konuşmayı insan beyninin nasıl mümkün hale getirdiği sorusu, hâlâ tatmin edici bir cevap bekliyor.”1

Düşüncenin yaratılıp sembollere tercüme edilmesinden sonra, gözle görünen bir dizi mucize, konuşmanın yaratılışını tamamlar ve bütün bu faaliyetlerin üzerine taklidi imkânsız bir dizi tevhid mührünü daha peş peşe basar.

Evvelâ, anlam ifade eden sembollerin kullanılır hale getirilmesi, yani, bir enerji şekline dönüştürülmesi gerekir. Bu enerji ne olabilir ve nasıl paketlenir?

Bu konuda düşünülebilecek en kestirme, en ucuz, en hızlı, en pratik ve en mükemmel yol, çevremizde en bol bulunan ve her yere rahatça girip çıkan bir unsuru hammadde olarak kullanmaktır. Nitekim bir atmosfer dolusu hava zerreleri, aynen böyle bir işlev için kusursuz birer aday olarak yaratılmışlardır: Milyonlarca yıl boyunca aynı işi tekrar tekrar yaparlar ve ne masraf çıkarırlar, ne yıpranırlar, ne de kayıtları birbirine karıştırırlar.

Fakat Âlemlerin Rabbi, hava zerrelerini kelime yaratmakta kullanmadan önce, hikmet ve rahmetiyle onun üzerine bir tevhid mührü daha basar. Önce o zerreleri, vücudun yüz bin milyar hücresine erzak taşıtmakta görevlendirir. Sonra da, işini bitirmiş ve vücut içinde tehlikeli hale gelmiş olan atık zerreleri geri gönderirken, onları nefes borusundaki bir jeneratörden geçirir. Egzoz dumanından bedava üretilen bu “çöp” enerjisi, yaratılacak kelimelerin, birbirinden güzel seslerin, şiirlerin ve şarkıların hammaddesidir.

Ses enerjisi, daha birçok görevi aynı anda yapan hançere, yutak, burun-boğaz boşluğu, burun ve ağız boşlukları, dişler, dil ve dudaklardan geçtiğinde, üzerinde güneş gibi bir ehadiyet mührüyle belirir:

O ses sadece o insan için takdir edilmiş, sadece ona özgü olarak yaratılmıştır ve bilimsel adıyla o insanın dahilî simasıdır.”

Kendi sesinin seçiminde hiçbir seçme hakkı bulunmayan ve kendisine kendi dilediği gibi bir ses takdir etmekten bütünüyle âciz olan insan, doğrudan doğruya Rabbinin hazinesinden ona hediye gelen sesinin geçirdiği şu merhalelere bir baksın.

Her merhalede, yaratılışın en güzel mertebesini görsün. Ve Tebârekallahu Ahsenü’l-Hâlıkîn tesbihini kendi ses tellerinden işitsin.

Bir kelimeyi telaffuz etmek, ağzımızı açmak kadar bize basit gelir. O kelimenin yaratılışı ise, onu Yaratan için daha da basittir—kolay olduğu için değil, Onun kudreti sınırsız olduğu için.

Çünkü tek bir kelimenin yaratılışı, atmosferde başlayıp yine atmosferde biten ve ikisinin arasında insanı solunum sisteminden sinir sistemine, kaslarından kemiklerine, ruh dünyasından duygu ve hayallerine kadar bütün varlığıyla işin içine katan bir mucizeler silsilesidir.

Semâyı ve insanın en ücra hücresini birlikte tutan bir kudretten başka hangi şey bu yaratılışa müdahale edebilir?

Her şeyde her şeyi gören ve her şeyin her şeyle ilişkisini bilen bir ilimden başka hangi şey bu yaratılış aşamalarından bir tanesine parmak karıştırabilir?

Her yarattığını bir kâinat yaratır gibi yaratan bu ehadiyetten başka hangi şey her insanın gırtlağında farklı bir sima nakşedebilir?

Yeryüzünü binlerce defa öldürüp binlerce defa dirilten ve haşirde bütün ölüleri tek bir emirle huzurunda toplayan bu ezelî ve sınırsız kudretin Sahibinden başka kim insanın iki dudağı arasında bir kelime yaratabilir?

Gökleri yıldızların, kıtaları ve denizleri sayısız canlıların renk renk tesbihatlarıyla konuşturan ve bir Ümmî Peygambere Kur’ân’ı indiren Ezelî Kelâm Sahibinden başka kim soluk borusuna tanbur tellerini yerleştirip onu konuşturur, güldürür, ağlatır, şarkılar söyletir, dualar ettirir?

Yoksa onlar Allaha, Onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da onların yarattıkları Allah’ınkine benzer mi göründü?”2

Şempanzelerle oynaşanlar, fosil karıştıranlar, Darwinin ardında doludizgin Cehenneme koşanlar, gelin! Bütün sebeplerinizi, tesadüflerinizi, mutasyonlarınızı, tabiatlarınızı toplayın da öyle gelin.

Gelin ve bütün malzemesi size ait olmak üzere bir kelimeyi yoktan yaratın.

Soracaksanız, ondan sonra sorun “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye.

Eğer Âlemlerin Rabbine meydan okuyacaksanız, kendi malınızla meydan okuyun—Onun yarattığı kelimelerle değil!

Aksi takdirde, ağzınızdan çıkan her söz, sayısız hava zerrelerine Onun Hüve nüktesinden sayısız nakışları, iç içe tevhid mühürleri içinde resmeder, durur. Siz bilseniz de, bilmeseniz de, kabul etseniz de, etmeseniz de...

Siz ise, inkârınızla, sizi ve sözlerinizi Yaratana hiçbir zarar vermiş olmazsınız. Sadece kendinizi, kâinat dolusu ibâdet ve tesbihatların bir tercümanı olarak Âlemlerin Rabbiyle sohbet etmek gibi bir nimetten mahrum edersiniz, o kadar. Çünkü bir kelimeyi baştan sona hikmetler zinciri içinde yaratan Allah, insana da o nimeti pek büyük bir hikmet için vermiştir:

Nasıl ki bir zât hârika bir makine yapsa, o makinenin başında bir fonograf, bir fotoğraf gibi ayrı ayrı, kendi kendine işler, konuşur, yazar, muhabere eder cihâzât bulunsa, o adamın istediği tarzda işlese, neticelerini güzelce verse, o makineye bakan nasıl ki o adamı mâşaallah ve bârekallahlar ile alkışlar, manevî hediyeler verir. Aynen o makine de ondan maksud olan neticeleri, eserleri mükemmel izhar etmekle, o cihâzâtın lisan-ı haliyle sanatkârını takdirler ve tahsinler ve mâşaallahlar ile tebrik edip alkışlar, tahiyye ve hediyeler verir.

“İşte, bütün zîhayatın herbirisi, başında pek çok muhtelif fonograflar, fotoğraflar, telgraf ve telefon makineleri gibi çok makineler var. Onlar hilkatlerindeki netâici, maksatları nihayet derecede mükemmel gösterdiklerinden, hayatlarının tezâhürâtıyla tahiyyat tâbir edilen manevî alkışlar, hediyeler, tebrikler ve tahsinlerle Sâni-i Zülcelâlin tesbihâtını, hem kemâlât-ı sanatını ilân ediyorlar demektir.

Biz ise, Ettahiyyâtü demekle, kendi lisanımızla o tahiyyatları yâd edip kendi hesabımıza dergâh-ı İlâhiyeye takdim ederiz. Zâten lisan o makinelerden birisidir. Ve ondan matlup neticelerden birincisi, bir tercümanlıktır.”3

 

1. Steven Rose,The Conscious Brain, s. 174.

2. Ra'd Sûresi, 16. 

3. 29. Lem’a’dan.