TR EN

Dil Seçin

Ara

Babalar ve Oğullar

Babasını düşünmek her oğul için biraz yaralayıcıdır. Yalnızca ağır bir sorumluluk olarak omuzlarına yüklenmiş “baba hakkı”nı ödeyip ödeyemediklerine dair duydukları şüphelerin içlerini kanatması değildir söz konusu olan. Bir oğlun, babası hakkında düşünmeye başlaması, içinde biçimlendiği dünyayla ve o dünyayı temsil eden en kuvvetli figürle (Baba”) yeniden hesaplaşmasıdır da... Böyle bir hesaplaşma, artık telafi edilemez hataların, müdahale etmenin mümkün olmadığı arızaların, pişmanlıkların, kızgınlıkların, suçlamaların saldırısına açık olmak anlamına gelecektir. Bu da eni konu bir cesaret işidir.

Babamın ölümünün ardından beni hayli derinden sarsan, onu aslında ne kadar az tanıdığımın farkına varmam oldu. Öyle ki, ölümünü kabullenmek bile daha fazla acı veren bir süreç değildi. Sessiz sedasız hayatımdan çıkıveren bu adamın zaten teşhis edilmesi güç kimliği, zamanın acımasız hızda savrulan tozları altında tümüyle yitip gitmeye yazgılıydı. Kararlı, inatçı ve gözü pek biri bu durumdan, altından kalkabileceği bir görev edinebilir ve geçmişin kapanan avuçlarından kurtarabildiği her hatırayı, bir ayrıntıyı, bir tavrı, belli belirsiz bir jesti, önemsizmiş gibi söylenen bir sözü, küçük bir öğüdü, tatlı bir sitemi veya kuvvetli bir tekmeyi büyük bir maharetle çözümleyebilir ve hayatının haritasına babasının eliyle kazınan çizgileri okuyabileceği birer anahtara dönüştürebilirdi. Benim gibi en ufak bir zorluğun kokusunu aldığında, hemen tabanları yağlamayı düşünen biri için bu, göze alınamaz bir şeydi. Şöyle diyordum: Bırakalım, her şeyi bildiği gibi yoluna koysun unutuşun bilgeliği..” Hep yaptığımı tercih etmekte zorlanmadım sonuçta... Hiçbir şey yapmamam yeterliydi.

•••

Ne isyan edecek, ne de boyun eğecek kadar tanımıyordum babamı. Uzun bir süre bunun, kendi sınırlı yeteneklerimin bir sonucu olduğuna inanmaya meyilliydim. Bugün biliyorum ki asıl sebep, onunla aramızdaki ilişkinin, baba-oğul ilişkilerinin en gerilimli—ve belki de bu yüzden en verimli”—yanını teşkil eden bir tahakküm noktasından yoksun oluşuydu. Onun davranışlarında, bir babanın aslında kendine ait olan umutlarının oğlunda gerçekleştiğini görmek için kolaylıkla bir yöntem olarak sarılabileceği o iyi niyetli tahakkümün izine rastlanamazdı. Babam, benim gözümde otoriteyi simgeleyen bir figür olmadı hiçbir zaman. Dolayısıyla savaşacağım biri değildi; çatışacağım, dikleneceğim, mücadele edeceğim hiçbir değeri temsil etme iddiasında bulunmuyordu. Ne çocukluğumda ağır cezalar ve demir yumruklarla beni korkudan titretecek bir tehdit oluşturdu; ne başka bir dünyanın varlığını keşfettiğim o ilk gençlik dönemimde, karşısında isyan bayrağı açarak silahlanacağım bir köhne anlayışın temsilciliğine soyundu. Onun planlayarak böyle bir tutumu benimsediğini söylüyor değilim. Yalnızca, kendisiyle inatlaşmayan ve belki mutsuz da olsa varlığını çevreleyen şartlara sessizce uyum sağlamaya çabalayan biriydi. Onun karakterini belirleyen şey buydu: Dünyanın zorlukları karşısındaki savunmasızlığı...

Bunu fark etmek, benim gibi zekâsı vasatı aşmayan bir çocuk için bile güç sayılmazdı. Arkadaşlarımın çoğunun babalarından ölesiye korkmalarını, önceleri son derece anlaşılmaz ve tuhaf buluyordum. Onlardan, babalarından yedikleri temiz dayakların, aldıkları cezaların, izin almadan mahalle maçlarına gelememelerinin hikâyelerini dinleye dinleye, asıl tuhaflığın benim babamdan hiç korkmamam olduğunu keşfediverdim. İyi ama neden korkacaktım ki? Değil iyi bir sopa, şöyle hafif bir tokat bile atmamıştı bana. Top oynamak için izin almam gerektiği aklımın ucundan bile geçmezdi (Üstümü başımı yırtıp kirlettiğim için annemin bağırıp çağırmalarına alışmıştım zaten, iplediğim yoktu). Derslerime çalışmam için beni sıkıştırmazdı, notlarımın iyi olduğunu söylemem ona yetiyordu. Cebindeki son para bile olsa (daima az parası olmuştu) her Cuma günü (o gün, çok sevdiğim haftalık çocuk dergisinin çıktığını ve onu almak için çıldırdığımı bilirdi) namaz için camiye gitmeden önce bahşişimi avucuma bırakırdı. Ne verdiği bahşişlerin, ne bütün gün nerelerde sürttüğümün hesabını sormazdı. Sanki bana sonsuz bir güveni vardı; asla kötü bir şey yapmazdım ve asla başıma kötü bir şey gelemezdi. Bir çocuğun pek de şikâyetçi olacağı bir durum sayılmazdı. Ama bu durumun tuhaflığını ve korkutuculuğunu, yine babalarından ödü kopan arkadaşlarımı gözlemleyerek çıkarmakta gecikmedim. Onlar babalarından korkuyorlardı evet, ama yalnız kendilerinin değil bütün dünyanın babalarından korktuğuna o kadar emindiler ki... Hiçbir kötülüğün onlara dokunamayacağı besbelliydi; hadi çıksın da biri buna şüphe etsin! Hele bir hırsız evlerine girmeye kalkışsın, babanın yumrukları o hırsızın suratında peşpeşe patlardı. Bir öğretmenimiz haksız yere mi dövdü (her zaman haksız oldukları su götürmezdi bize göre), babaları onun gözünü korkutmasını bilirlerdi. Tamam, oğulları yaramazlık yaptığında temiz bir dayak atıyorlardı, ama yaz tatili gelince yepyeni bir bisiklet de alıyorlardı, hem de şu dağda bile gidebilenlerden. Yüzmesini babaları öğretiyordu, balık tutmasını, hatta dövüşürken sağlam bir yumruk nasıl atılır onu bile... Babaları her şeyi biliyor, her şeyden anlıyorlardı. Güçlüydüler, çok güçlü.. Onlarla hiçbir şey, hiç kimse baş edemezdi. Bu babaların çocukları için dünya kolay bir yerdi. Yaşamın har ânı eğlenceliydi, yeter ki babalarının tepesini attıracak bir şey yapmasınlar.

Bana gelince, babamı bir adamı tepelerken hayal etmem neredeyse imkânsızdı. Onun, bırakın kavga etmeyi, birisiyle sert şekilde tartıştığı bile görülmüş değildi. En iyi kendisine kızabilen bu adam için her şeyi alttan almak, hırlıya hırsıza bulaşmamak dünyayla baş etmenin yolu olmuştu sanki. Ona baktığımda gördüğüm şey buydu: Savunmasız bir adam. Bu beni delicesine kızdırıyordu, ama öte yandan ona duyduğum sevginin yoğunluğunu bu savunmasız görünüşüne borçlu olduğunu hissediyor ve babama boyumdan beklenmeyecek bir şefkat besliyordum. Geceleri hep onun için endişeleniyordum, çünkü işi gereği o karanlık, her türlü kötülüğü serbest bırakan saatlerde evde olmuyordu. Bir atölyenin bekçiliğini yapıyordu ve o işi nasıl yapabildiğini anlayamıyordum. Gündüzleri de çalışmak zorunda olduğu bazı hafta sonları ona evden yemek götürürdüm. Beni atölyenin kapısında işyeri sahiplerine ait, bir hayli korkutucu suratı ve iri cüssesi olan, babamın sözünü dinlemeye alışmış kurt köpeği karşılardı. Köpeğin varlığı beni sevindirirdi. Sanki köpek, atölyeyi değil de babamı korumak için alınmıştı oraya. Onun, babama bir zarar gelmesine izin vermeyeceğine yürekten inanıyordum. Ben köpekle oynarken babam öğle yemeğini yer, yemeğini bitirip tezgâh altlarında birikmiş olan talaş yığınlarını el arabasına doldurarak taşımaya başladığında biraz ona yardım eder, sonra babamı kurt köpeğine emanet etmiş olmanın iç rahatlığıyla ellerimdeki boş kapları tangırdatarak eve dönerdim.

Ömrüm boyunca bir miras gibi taşıyacağım ürkeklikte, dünyanın dayattığı zorluklar karşısında babamın tavırlarında keşfettiğim o savunmasızlığın ne kadar etkisi var bilmiyorum. Ürkekliğimi bir miras olarak adlandırdığıma göre, buna inanıyor olduğum söylenebilir, ama haksızlık yapmak istemem. Onun davranışlarında gözle görülen bir ürkeklik yoktu. Ona hâkim olan, sürekli bir korku ya da yılgınlıktan çok, belki bugün fark edebildiğim, o zamanlar anlamamın imkânsız olduğu bir teslimiyet hâliydi. Bu hâli, kendi (çocukluğa özgü) hastalıklı hayalimde farklı biçimlendirerek devralmış olmam daha mümkün görünüyor.

Babamı, arkadaşlarımın babalarıyla karşılaştırmaya yeltenmedim, ya da yeltendiysem bile kısa süre içinde bundan vazgeçtim. Bir arkadaşım evlerine alınan renkli televizyonda seyrettiği filmi ballandıra ballandıra anlatırken, bir diğeri yurt dışından getirilmiş şu ufak, ama canlı renkleri olan madeni oyuncak otomobillerini gösterirken benim umabildiğim tek şey, zavallı haftalık harçlığımın kesilmemesiydi. Yine de okuyucuyu yanıltmamak için belirtmem gerekir ki, hâlimiz bir Kemalettin Tuğcu dramı falan değildi. Aç yattığım veya üşüyerek okula gittiğim bir gün olmadı. İmkânları kısıtlı bir aileydik o kadar, çoğu arkadaşım da benimkine az çok benzer bir aileye sahipti. Ama o arkadaşlarım bile babalarında böbürlenecek özellikler bulmakta hiç zorlanmazlardı. Tabii sıkı palavracı çocuklar oldukları şüphesizdi, yine de bunu becerebiliyorlardı en azından. Beni bu türden palavralar sıkmaktan alıkoyan, bunların benim tanıdığım babamla uzaktan yakından ilgisi olmaması değil—bu umurumda olmazdı, böyle bir yüceltme ihtiyacının bir şekilde onun kulağına gitmesi hâlinde nasıl üzülebileceğini hayal etmemdi. İsteyeceğim en son şey onu yaralamak olurdu. Savunmasız ve fazla iyi” bir insanı kendi bencilliğim yüzünden üzecek değildim. Bu ahlâkî yargıya düşünüp taşınarak varmıyordum elbette, sadece sezgilerime göre davranıyordum.

Babamın benden beklediği neydi? Benim için, geleceğimle ilgili umutları, hayalleri, planları var mıydı? Beni karşısına alıp uzun uzun bahsetmedi bunlardan. Zaten konuşmalarımız çoğu kez kısa diyaloglardan ibaretti:

    —     Nasılsın?

    — İyiyim.

    —     Derslerin nasıl?

    — İyi.

    —     Aferin.

Bunun gibi şeyler. Belki de oturup uzun uzun anlatacak bir şeyi yoktu veya anlatacakları için ya çok küçüktüm ya da çok yabancı”. Okuma yazması yoktu, bu dünyayı tanımıyordu—doğup büyüdüğü, bildiği, tanıdığı dünya geride kalmıştı. Kırk yaşlarında, bölük pörçük birkaç parça eşyayı taşıyarak geldiği bu küçük şehirde—çocuklar okusun diye—ne yapacağını, nasıl davranacağını, kiminle iki dünya kelâmı konuşacağını bilmiyordu, dahası bunları öğrenmeyi hiç istemiyordu. Bu sessiz adam, köyden bir arkadaşı, bir akrabası geldiğinde canlanır, anlatır da anlatırdı. Tabii ana dili olan Abhazcayla... Ben, bir anda değişiveren babamın ağzına şaşkınlıkla ve gizli bir gururla bakar, olup bitene anlam veremezdim. Ne anlattığı konusunda en ufak bir fikrim olmazdı ya, bu benim için durumu daha ilginç hâle getiriyordu. Onun ağzından dökülen ve anlamadığım kelimelerle oyun oynuyordum: “Şimdi benden bahsediyor, akıllı uslu çocukmuşum, büyük adam olacakmışım...”

Bugün düşünüyorum da, babamın benden beklediği somut, adlandırılabilir bir şey olamazdı zaten. Yalnızca umabilirdi: İyi ve büyük adam olmamı... İyi biri miyim bilmiyorum, bunu söylemek benim işim değil; büyük adam” olmadığımı biliyorum. Bunu hiç dert etmedim, ama belki babam adına biraz üzgünüm, böyle bir isteği olduğunu bana hiç söylememiş olsa da...

Benim, onun gözünde planlarının bir parçası, ileriye dönük bir yatırım olmadığımı biliyorum. Bunu sezdirecek, üzerimde bir tahakküm kurma girişiminde bulunmadığını söylemiştim. Belki bunun sebebi, babaların, oğulları üzerinde kurdukları baskıyı ve yönlendirmeyi mümkün kılan donanımdan yoksun oluşuydu, ama böylesi bir donanımdan yoksunluğun her zaman aynı sonucu doğurmadığını biliyoruz. Kör bir tahakküm de işleyebilir baba-oğul ilişkisinde. Bir babanın, her nasıl olursa olsun, oğlunda kendi kaba isteklerinin yavaş yavaş vücut bulduğunu görmekten alacağı hazzın kışkırttığı hırs sınırsızdır: Benim oğlum dünyayı bile yönetir.” Bir politikacının babasına ait bu sözü duymak beni hiç şaşırtmadı. İncelikli vahşetin çoktandır örgütlendiği bu dünya uzun zamandır onu yönetenlerin ve onları yöneten babalarının görkemli zaferlerini kafalarımıza çakıyor zaten. Hayranlıkla onları seyrediyoruz, bize düşen görev de bu. Bizi yönettikleri için ne kadar da şanslı olduğumuza inanmak. Franz Kafkanın sözlerini ödünç alırsak, babalarındaki yaşam gücünün dışa vurumu olan hiçbir davranışın yüzlerini kızartmadığı oğullar” elimizden tutuyorlar. Bizler de onların ebedi çocuklarıyız işte, büyüdüğümüzü sanarak ellerini bırakmamız düşünülemeyecek bir şey.

Babalarının iktidarıyla gözleri kamaşmış oğullar, onlardan devraldıkları güçlü, sarsılmaz, göz korkutucu, muhteşem kişilikleriyle semamızda parlıyorlar. Öylesine ışık saçıyorlar ki, onların dışında her şey dipsiz bir karanlığa gömülüyor. Her şey ne kadar hızlı yok olursa, iktidarları ve zenginlikleri o kadar hızlı çoğalıyor. Nasıl da baş döndürücü!

Babamın gözlerinde yakaladığım ışıltı ne kadar da tuhafmış sahiden: Gazozuna yapılan bir mahalle maçında, kale direkleri arkasında dikilerek maçı seyreden adamın bakışlarındaki o ışıltı, gelecekteki vaat edilmiş başarıları değil, oğlunun attığı golden sonraki yalnızca o âna mahsus abartılı mutluluğu taçlandırıyordu. Yalnızca onu.