TR EN

Dil Seçin

Ara

Kaderini Sev

Kaderini Sev

“Eğer hayat, Yaratıcı’nın bir sınavı ise, benim sorularım neden bu kadar zor?” Bu cümle, bir mektubun, elektronik iletiyle gönderilen bir iç dökmenin ortasından zıpkın gibi fırlayarak yüreğimi deliyor. Ve işte onu yazan kişi, mektubunu okuyalı bir hafta bile olmadan karşımda oturuyor.

 

Bir Avrupa kentinden, içinde ancak kırıntılarını saklayabildiği ümidin yorgun kanatlarıyla gelmiş. Dudaklarına iki damla su değmezse, uzun kanat çırpışların ardından vardığı o sahilde hemencecik can verecek bir kuş gibi bitkin. Yüreğinin sızısına nihayet bir çare, hayatına bir derkenar, her şeyi toparlayıp denkleyecek bir formül bulmak ümidiyle karşımda oturuyor.

Yirmili yaşlarını bitirmek üzere olan bu genç kadın, Avrupa’da doğup büyüyen ikinci nesil Türklerin çalışkan bir örneği. İyi bir okul bitirmiş. Çalışma hayatında hep övgüler alıyor. Ama babacığının ani ölümüyle ağır bir depresyonun pençesinde buluyor kendisini; yıllarını alan, onu hayata küstüren bir zifiri karanlık. Hüsrev Hatemi bir şiirinde, “Çünkü her Türk, yüreğine acılar dokuyan bir tezgâhtır” der. Yüreğinize acılar dokuyabilmek için, bir yüreğinizin olması gerekir. Biz kalbin çocuklarıyız. İç hayatlarımız, dünyanın neresinde olursak olalım, Anadolu’nun türkü ve öyküleriyle şekil bulur, bu toprakların öyküleri ruhlarımızı mayalar.

Dünyaya kalbiyle sokulanlar çabuk yaralanır; kalp hassastır, hile bilmez. İşte hayatı kalp yordamıyla tanımaya başlamış bu genç kadın, üç dört yıl sonra toparlanmış ve hayata tutunmaya başlamıştır. “Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda” diyor İsmet Özel, babaların gidişinin açtığı yara da kız çocuklarının yüreğinde şifa bulmaz. Ama o direngen genç kadın, yıllarını alsa da, kederin dipsiz kuyusundan çıkıp gökyüzünü göreceği bir vadiye tırmanıyor. Ve o vadide hayatının ikinci kara haberini alıyor, kanser.

Tam da dünyanın daha iyi bir yer olabileceğine inanmaya başlamışken. Depresyonun dev dalgaları bu kez tsunami şiddetinde dövüyor ruhunun kıyılarını. “Ben hep iyi bir insan oldum” diyor, “bunu hiç hak etmedim.”

Hayatımızın kontrolden çıktığı yerler, kaderin ansız dönemeçleri ruhumuzu kimileyin fena sarsıyor. Şimdi ilaç tedavisini başarıyla tamamlamış ve hastalığı yenmiş olsa da bununla teselli bulamıyor. Hayatın önden kestirilemezliği, ele avuca gelmezliği ve insanın kaderine her zaman hükmedemediği bilgisi, bir kez içinde yer etti. Bu bilgi ağzının tadını bozuyor, onu dünyayı yurt edinmekten, burada kök salmaktan alıkoyuyor. O kaderinin dizginlerini eline almak istiyor, kadere hükmetmek, hayatını kontrol edebilmek istiyor. Oyunbozan ölüm, bunu ona çok görüyor. O yüzden sevemiyor; ya sevdiği insan ölür giderse? Her sokak başında yolunu ölüm kesiyor.

Kontrol ihtiyacı insanda doğumdan itibaren var. Hayatın ilk aylarından itibaren çocuklar çevreyi kontrol etmek ve ona boyun eğdirmek isterler. Pek çok yetişkin de dünyanın kontrol edilebilir olduğuna inanır. İyi çalışır, planlarımızı dikkatlice yapar ve doğru araçları, bilim ve teknolojiyi kullanırsak başaramayacağımız şey yoktur sanırız. Afetlerin, hastalıkların, ekonomik ve toplumsal sorunların hep çözülebilir sorunlar olduğuna inanırız. Çalışıp çabalarsak başaracağımıza ve tembellik edersek başarısız olacağımıza eminizdir, bu yüzden başarısızlığı bir tembellik belirtisi olarak değerlendiririz. 

Pek çok insan kaosun ve beklenmedik olanın hayatlarının seyri üzerinde bir rol oynayabileceğini kabul etmez. Ernest Becker, Denial of Death (Ölümün İnkârı) adlı kitabında, dünyanın kontrol edilebilirliği ve muntazamlığı yolundaki görüşümüzün, bizi kendi ölümlülüğümüzle yüzleşmekten koruduğunu öne sürer. Ölümün yanı başında, ondan bir adım ötede yaşadığımız bilgisi, bizi endişelendirir ve işte bu yüzden, dünyanın kontrol edilebileceğine inanmak isteriz.

İnsan, değiştiremeyeceği karşısında, kaderine rıza göstermeyi bilmeli. “Kaderini sev” demişti Nietzsche, “kaderini sev ki o senin hayatındır.”

Hepimiz kırılgan varlıklarız. Hayat hakkında bir düş kuruyoruz, sevdiklerimizle sonsuza dek birlikte olacağımızı, bela ve musibetlerin bize erişmeyeceğini hayal ediyoruz. Oysa hayat yordanamıyor. Ani sıçrama ve kırılmalarla seyri birden değişebiliyor. Hayat ırmağımız, bazen karmaşalar, beklenmedik olaylar, tesadüflerle yatak değiştiriyor ve bizi hiç ummadığımız bir menzile ulaştırıyor.

Ona diyorum ki, “Derdini sev, kaderini sev, sana kuyuların karanlığından sonra aydınlığı göstereni sev.”