TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Otobüs, İki Referans

Yorucu bir iş gününü geride bırakmak üzeresiniz. Gün içinde epeyce yoruldunuz. Tek istediğiniz, durağa yaklaşmakta olan özel halk otobüsüne atlayıp eve kapağı atmak. Ama bu son aşama o kadar kolay aşılabilecek gibi değil...

Durağa yanaşan otobüs normal istiap haddini çoktan doldurmuş halde. Ama fazla seçeneğiniz de yok. Bir sonraki otobüs de aşağı yukarı aynı dolulukla gelecek. Çaresiz, biniyorsunuz otobüse...

Otobüsün iki tarafı da boydan boya ikili koltuklarla doldurulmuş. Koridor tek kişilik. Sıkışık şehir trafiğinde sağa sola savrulmamak için bir yerden tutunmak zorundasınız. Kalabalık sizi kendi akıntısına katmış götürüyor. Bu yetmezmiş gibi, otobüsün ön tarafında kendine makam edinmiş biletçinin sesi yükseliyor: Lütfen arkaya doğru ilerleyin, koridor çift kişilik...”

Bu cümle, nedense kafanızın bir yerlerine oyucu bir etkide bulunuyor. Sinirleriniz şöyle hafiften depreşmeye başlıyor. Hangisine kızacağınızı bilemiyorsunuz: biletçinin yolcuları balık istifi gibi arkaya yönlendirmesine mi, tek kişilik koridoru iki kişilik diye yutturmasına mı?

Ama etrafınıza bakıyorsunuz; pek öyle tepki veren biri de yok. Hattâ biletçiyi haklı bulan bir uysallık, otobüsün genel havasına hâkim durumda. İnsanlar hem balık istifi hem koridoru çiftleme telkinine uyuyorlar; çok razı olmasalar bile.

Zaten biri çıkıp, Bu kadar yolcu aldığın yetmedi mi?” diyecek olsa, biletçinin yanıtı hazır: Duraktaki bu kadar yolcu dışarıda mı kalsın?

İşte, meseleye son noktayı koyan cümle... Bu cümlenin üstüne söylenecek pek söz yok gibidir. Otobüste insanlara yapılan muamele ‘ötekini düşünme’ gibi hiç ama hiç kimsenin itiraz edemeyeceği meşrû bir gerekçeye sahiptir artık.

Fakat her nedense, bu meşru gerekçe bir başkası tarafından değil de genellikle biletçi tarafından dile getirilir. Bu ahlâkî ilkeyi biletçiden başka pek hatırlayan olmaz. Biletçinin hafızasını bu kadar güçlü kılan şey, kuşkusuz, hepimizin sezinlediği malûm gerekçedir: yolcuları bilet (para) gözüyle algılatan ‘kişisel menfaat’.

Biletçi sadece Biraz daha sıkışın da, daha fazla para kazanalım.” diyemeyeceği için dışarıdaki yolcuları düşünür ‘gibi’ yapmakta ve olaya ‘tamamen duygusal’ yaklaşmaktadır. Buna gayriresmi literatürde ‘kılıf yöntemi’ denir. İnsanlardan gizlemek istediğiniz bir kişisel menfaatiniz var ise, bu menfaatinizi ahlâkî bir değerin ardına gizlersiniz. Biletçinin yaptığı da aşağı yukarı budur.

Hemen her gün yaşanan bu sahnede, aslında biletçiye göre yorumu çok daha güç olan, yolcuların durumudur. Çünkü biletçinin kişisel çıkar için söylediklerine itiraz etmeden uyan onlardır.

Halbuki makûl bir yolcunun normal şartlarda iki açıdan itiraz etmesi beklenir: 1) Biletçinin kişisel menfaatini ahlâkî bir değerin arkasına saklamasına; 2) Pek tabii ki, içine düşürüldükleri insanî olmayan duruma...

Durum, gerçekten insanî değildir. Çünkü evrensel olarak insanın psikolojide ‘kol mesafesi’ denen kendi bedeninin etrafında yaklaşık en az 40 cm’lik bir çevre hakkı vardır. Bundan daha yakın bir mesafe, o kişinin kişilik haklarına tecavüz sayılır. Dolayısıyla, bir otobüse fazla yolcu bindirilmek istendiğinde bile, asgarî bir şart olarak bu mesafenin gözetilmesi gerekir. Aksi takdirde, yolcular birbirlerine kötü kokudan cinsel istismara kadar çeşitli rahatsızlıklar verebilir.

Bundan daha esaslı bir gerekçe ise, Allah’ın insanı diğer mahlûkattan daha üst mertebede ve Ferd ismine mazhar olarak yaratmasıyla ilgilidir. Allah insanı Ferd ismine mazhar olarak yarattığına göre, insana yakışan şey koyunlardan daha ferdî bir ‘ilişki mesafesi’ne riayet etmek olmalıdır denebilir.

Hâl böyle iken, yolcular neden gerekli tepkiyi vermiyor veya veremiyorlar? Hangi zihnî kabulleri onlara engel oluyor?

Evvelâ yolcuların zihninde, besbelli ki topluluğun selameti ferdin selametinden önce geliyor. Tepkisizliğin boyutundan anlaşılan o ki, binilen şey otobüs değil de bir gemi olsaydı, muhtemelen gemi batasıya kadar yolcu alınmasına devam edilecekti.

Bu, bizim zihinsel kodlarımızda topluluk selametinin ne denli güçlü yer aldığının bir işareti bana göre. ‘Topluluk’ ve ‘onun selameti’ hangi fikrî ekolün yücelttiği bir değerdir diye baktığımızda ise, karşımıza asabiyet veya modern adıyla milliyetçilik çıkar. Otobüste yolcuları topluluğun selameti gerekçesiyle tepkisiz kılan şu halde öncelikle milliyetçilik fikridir diyebiliriz. Buna ilaveten, Duraktaki bu kadar yolcu dışarıda mı kalsın?” sözünde ‘ötekini düşünme’ yahut en basit ifadesiyle ‘iyilik etme’ vardır ki, bu da dinî düşüncenin yücelttiği bir değerdir. Öyleyse, otobüste yolcular hem milliyetçilik hem de dinî düşünce gibi iki büyük ‘dış referans’ın etkisi altındadırlar.

Kuşkusuz, bu iki büyük referans da ayrık kümeler değildir; aralarında uzun bir tarihsel etkileşim söz konusudur. Tâ Emevî döneminde hilafetin saltanata dönüşmesinden, modern zamanlarda milliyetçiliğin dinin yerine ikame edilme çabalarına kadar uzanan sürtüşmeli bir etkileşimdir bu. Sürtüşmelidir, çünkü ufku veya sınırı ancak bir topluluğun sınırları kadar olan ve tüm sermayesini ‘topluluğun selameti’ne yatıran milliyetçilik fikri, evrensel değerlere sahip dinî düşünceyi sürekli kendi burcunda tulü ettirmeye çalışmıştır, çalışmaktadır.

Sözün özü, otobüste, sadece, her yerde ve her şekilde dengeyi arayan dinî düşüncenin referanslığı etkili olsa idi, toplum-ferd dengesi belki tutturulabilirdi. Ancak milliyetçilik ‘kılıf yöntemi’ ile dinî değerleri kendi meşruiyetini sağlayacak tarzda sadece kendi işine yaradığı şekilde kullanmaya çalıştığı için, bu denge milliyetçiliğin olduğu her yerde daima toplum lehine bozuk çıkmaktadır. Ve maalesef, milliyetçilik ile din arasındaki ilişkinin her türünde durum budur. Betonun üzerinde gül bitirilmeye çalışılması gibi, milliyetçilik dinin semavî bağlarla bağlı olan değerlerini, millet zemininde bitirmeye çalışmaktadır.

Sonuçta, milliyetçiliğin bu bozucu etkisiyle, dinî değerler insanların kalbinde ve zihninde doğru yere oturmaz ve içselleşemez.

Örnek mi? Hemen vereyim. Sizce otobüste biletçinin meşruiyetini dayandırdığı ‘ötekini düşünme’ veya ‘iyilik etme’ değerine insanlar bu değeri içselleştirdiği için mi uyuyorlar?

Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Öyle olsa idi, aynı insanlar özel arabalarına bindiklerinde de, ötekini düşünürlerdi. Küçücük bir aralığı ganimet bilip arabasını yolun ortasına kadar sokmaz, sürekli klaksonlarla ya da tampon takibiyle diğer arabaları taciz etmezlerdi.

Demek ki, insanların zihinlerindeki topluluk selameti gibi hassasiyetler, daima topluluk içinde görülen hassasiyetlerdir. Topluluktan kurtulduğunuzda, hassasiyetlerden de kurtuluyorsunuz. Yani kalabalıkta iken toplulukçu, yalnız iken bireyci...

Bunun ise tek bir anlamı var: İnsanımızın zihninde taşıdığı değerler genel anlamda içselleştirilmiş değildir. Kalabalığa, şartlara, ortama.. göre değişmektedir ki, psikolojide bu tür davranış değişkenliği, davranış sahibinin ancak çocuklara yakışan ‘ödül ve ceza sistemi’ne, başka bir boyutuyla ‘emir ve yasak sistemi’ne göre hareket ettiğini gösterir.

Komik ama bunun en çok farkında olan kim biliyor musunuz? Bana göre biletçi...

Biletçi ilmen olmasa bile hissen, yolcuların emir ve yasakla hareket etme alışkanlığına sahip olduklarının farkında olduğundan rahat konuşabiliyor bence. Konuştuğu şeyler dine de aykırı ‘olmadığı’ için yolcuların içinde itiraz bulutları kabarsa da yağmura dönüşemiyor. Kimbilir, belki de özel arabalarına sahip olduklarında yapacakları “bu yollar benim” atraksiyonlarıyla intikamlarını acı alacakları günün hayalini kuruyorlar.

Kıssadan hisse: Referansları birbirine karıştırmayalım. Kendi temel referansımızı iyi belirleyelim. Ve inandığımız değerleri önce öğrenelim, sonra içselleştirmeye çalışalım.