Bal arısı, kâinat kitabının pek büyük âyetlerinden biri olduğu gibi, Kur’ân’ın da âyetleri içinde yer almış, hattâ uzun bir sûresine (Nahl Sûresi) adını da vermiştir. Bu sûre içinde, bizi bal arısı üzerinde uzun uzun düşünmeye çağıran âyetlerde şöyle buyurulmaktadır:
Rabbin bal arısına vahyetti: “Dağlardan, ağaçlardan, insanların kurduğu kovanlardan kendine evler edin. Sonra her türlü üründen ye de, Rabbinin sana müyesser kıldığı yollara çık.” Karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlara bir şifa bulunur. İşte bunda düşünenler için bir ibret var. (Kur’ân, 16:68-69.)
Bal arısı hakkında özellikle son yüzyıl içinde elde ettiğimiz bilgilerin ışığında bu âyetin incelenmesi, bizi ilginç bir tespite götürüyor:
Tabiatta karşımıza bir mucizeler paketi olarak çıkan bal arısı, kitapta da aynen böyle çıkmıştır.
Yukarıdaki iki âyeti bütün kelimelerini ve harflerini içerecek şekilde incelemek, bu sayfaların hacmini aşacağı ve daha ziyade bir tefsir çalışmasını andıracağı için, bu kadar büyük bir yükün altına girmeye teşebbüs etmeden, sadece birkaç ana nokta üzerinde durmakla yetineceğiz.
Birincisi: Âyette, “Rabbin bal arısına vahyetti” ifadesinden sonra, doğrudan doğruya bal arısına yönelen İlâhî ilham, muhatabın cinsiyeti hakkında bir ipucu verecek şekilde nakledilmiştir. Türkçeye “evler edin, ve, yollara çık” deyimleriyle çevirmeye çalıştığımız bu ifadelerde, dilimizde bulunmayan bir dişilik eki kullanılmıştır. Gerçekten de, bu emirlere muhatap olan ve onları kusursuz bir şekilde yerine getiren balarıları, kitabımızın başından bu yana görüldüğü gibi, dişi arılardır. Ancak biz bu bilgiye çok yakın zamanlarda ulaşmış bulunuyoruz. Yirminci yüzyıla gelinceye kadar, insanlar, balarılarına bu gözle bakmamışlar, hattâ topluluğun başında bir de “arı beyi” tasavvur etmişlerdir. Oysa bugün bir bal arısı kovanında yürüyen bütün işlerin dişi arılar tarafından yapıldığını ve kovanın başında da arı beyinin değil, bir kraliçenin bulunduğunu biliyoruz. Erkek arılar ise, sadece oğul verme dönemlerinde veya eski kraliçenin ölümü gibi durumlarda yeni bir kraliçeye ihtiyaç duyulduğu zaman—o da sınırlı sayıda olmak şartıyla—dünyaya gelirler ve yeni kraliçeyi döllemekten başka bir işleri de yoktur.
İkincisi: Âyet, bal arısına “ürünlerden yeme” emrinin vahyedildiğini bildirmiştir. Oysa böyle bir bağlamda ilk olarak akla gelecek şey, bal arısının ürünleri değil, çiçekleri dolaştığıdır. Ancak âyet, her zaman herkesin ilk olarak aklına gelebilecek olan bu kelimeyi değil, “ürün” anlamına gelen “semerât” kelimesini kullanmıştır ki, böylelikle bal arısı ve ürünler—hem de her türlü ürün—arasındaki bir ilişkiye bizim dikkatimiz açık bir biçimde çekilmiş olmaktadır. Yine bizim bugünkü bilgilerimiz ışığında vardığımız sonuç, bu ilişkiyi çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü bal arısı, bize bal üreterek sunduğu hizmetin kat kat fazlasını, hemen hemen bütün ürünlerimizin tozlaşmasını sağlayarak sunmaktadır. Eğer arılar olmasaydı, biz, hububat ve sebzeleri de içine alan bu kadar geniş bir sofra yerine, buğday, pirinç ve mısır gibi birkaç ürün türüyle idare etmek zorunda kalacaktık.
Gerçi çiçek tozlaşmasında rol oynayan yegâne böcek cinsi balarıları değildir. Ancak bu konuda bal arısının çok özel bir yeri vardır ve bu da onun çalışma tarzından ileri gelmektedir.
Balarıları, büyük pazarlar peşinde koşan holdingler gibi iş görürler. Onlar tek tük çiçekler etrafında dolaşmak yerine, gerek kalite, gerekse miktar itibarıyla değeri yüksek tarlalar bulur ve orada çalışırlar. Bu ise, aynı tür ürünün çiçekleri arasında dolaşmak ve tozları yabancı yerlere taşımamak anlamına gelmektedir.
Üçüncüsü: Âyet, balın çıkış mahalli olarak “karınlar”dan söz etmiştir. Yine oldukça yeni sayılan bilgilerimiz, bu konuda da ilginç bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü bal arısının bir değil, iki midesi vardır. Ayrıca bal, tek bir arının karnında da üretilmez. Çiçeklerden topladığı öz suyunu, bal arısı, “bal midesi” adı verilen midede biriktirerek kovana getirir. Burada, kovandaki genç arılardan biri, onun bal midesindeki balı hortumlayarak kendi midesine aktarır; daha sonra da, tükürüğü ve diğer özel salgılarıyla bu öz suyunu karıştırarak yarım saat boyunca çiğner ve bal yapar.
Dördüncüsü: Bal, içilecek kıvamda bir mayi olmadığı halde, âyet, onun hakkında “şerbet” deyimini kullanmıştır. Burada da, oldukça yeni sayılabilecek bilgilerimizin ışığında bir inceliği görebiliyoruz. Çünkü arının karnından çıktığı zaman, bal, gerçekten de içilecek kıvamda bir sıvıdan ibarettir. Balarıları, bu sıvıyı peteklere doldurduktan sonra, bal kıvamını alıncaya kadar kurumaya terk ederler; eğer kovandaki hava sıcaklığı buna yetmezse, kendileri peteklerin üzerinde kanat hareketleriyle baldaki su fazlasını buharlaştırırlar.
Beşincisi: Balda insanlar için şifa bulunduğu, gerçi eski çağlardan beri bilinen bir gerçektir. Ancak son yıllar, balın bu özelliği üzerinde yapılan pek çok bilimsel çalışmaya ve yaygın uygulamalara tanık olmuştur. Bugün balın antibakteriyel özelliğinden çok geniş şekilde yararlanılmakta, ameliyatlarda ve kapanmayan yaraların iyileştirilmesinde bu mucize maddeye başvurulmaktadır. Daha da ötesi, balın diş üzerinde tabaka üreten bakterilere karşı olduğu kadar, çürümeye yol açan bakterilere karşı da etkili olduğu, yani, çürümeyi önleyici özellik taşıdığı artık bilinmektedir. Yanıkların çok kısa sürede iyileştirilmesinde de balın hayret verici bir özelliğe sahip olduğu gözlenmiştir. Kalp ve damar hastalıklarından koruyucu, gastrit ve ülsere karşı iyileştirici etkisi, antioksidan özelliği gibi daha pek çok özellikler, balın şifa olarak nitelenmesini haklı çıkarmakta ve henüz keşfedemediğimiz daha pek çok sırları bulup çıkarmak üzere bizi bu mucize besini incelemeye sevk etmektedir. Tıp dünyasının en önemli referanslarından birini teşkil eden Medscape / Medline sitesine (www.medscape.com) başvuranlar, burada, sadece son birkaç yıl içinde dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerde balın şifa verici özelliğine dair yapılmış yüzlerce araştırmaya ait bilimsel tebliğlere ulaşabilirler.
Bal arısını bize anlatan âyetin birkaç satırı içinde topladığı mucizeler, yukarıda saydığımız beş maddenin çok daha ötelerine taşmaktadır. Bunların arasında bizim keşfedebildiklerimizin ne kadarlık bir yekün tuttuğu konusunda ise hiçbir fikir sahibi değiliz. Çünkü bal arısı hakkında bildiğimiz ne varsa, tamamına yakın kısmını, yirminci yüzyılın yarısına doğru öğrenmeye başlamış bulunuyoruz. Bununla beraber, âyetin hemen başında, şimdiye kadar öğrendiklerimize de, bundan sonra öğreneceklerimize de anlam kazandıran ve kazandırmaya devam edecek olan bir kelime var ki, onu, bal arısının söz konusu olduğu hiçbir yerde hatırdan uzak tutmamak gerekiyor:
“Senin Rabbin.”
Âyet, bal arısına vahyedeni, bu isimle yâd ediyor. O aynı zamanda bal arısının, yerin ve göklerin, yerdekilerin ve göktekilerin de Rabbi olduğu halde, bal arısını muhatap alan ilhamı “Senin Rabbin” ünvanı ile bize naklediyor. Bu ise, bal arısı denilen mucizeler yumağının, bütün harikulâdelikleriyle beraber, insana yönelik bir rububiyet eseri olarak yaratıldığını gösteren apaçık bir iltifat değilse nedir?
Kaldı ki, âyet, “Sizin Rabbiniz” diyerek insanlığı da bir bütün olarak muhatap almaktan da ötede, “Sen” diyerek, mucize parmağını her birimizin alnına ve gönlüne doğrultmuş, Yer ve Gökler Rabbinin muhatabı olan her bir insan ferdine, her bir mü’mine, tek tek herbirimize hitap etmektedir.
İşte bunda düşünenler için bir ibret var!