TR EN

Dil Seçin

Ara

Sen Bana Hiçbir Zaman Yüzmeyi Öğretmedin…

Sen Bana Hiçbir Zaman Yüzmeyi Öğretmedin…

— Selim Gündüzalp’in ardından bakarken…

 

O gün seninle birlikte olanların anlattıklarına göre, bir delikanlıya yüzmeyi öğretiyormuşsun. Hayatlarımızın on senesini birlikte geçirdik. Bana hiçbir zaman yüzmeyi öğretmedin…

Seninle tanıştığımda ilk gençlik çağlarımın başlarındaydım. “Dergiye” geldiğim gün farketmiş miydin bilmem ama hayatta kalmak için, hayatta olmaktan başka hiçbir sebebim yoktu. Ölmek, kendi başıma üstesinden gelebileceğim bir iş değildi, korkaktım. Belki de hayatı gizlice, uzaktan sevenlerdendim. Çünkü o zamanlar kimi sevsem, hep uzaktan, hep gizlice severdim.

Çok değil bir sene sonra, ömrümün kalan kısmını orada geçireceğimden neredeyse emin olduğum “çalışma odasına” çağırdın beni.

Konuşmaya, İslam’ın o ilk çileli yıllarında, sokak kapılarına astıkları kırmızı fenerlerle, insanları zulümlü hayasızlıkların türlü çeşitlerine davet eden günahkâr evlerin arasından, bir yağmur damlası kadar tertemiz sıyrılıp geçen gençlerin, gizlice toplandıkları Dar’ül Erkam’dan başladığında, o gün eve geç kalacağımı anlamıştım. 

Sözlerin, Eskişehir hapishanesinin penceresinde oturmuş, karşısındaki lise mektebinin bahçesinde gülüp oynayan gençler için göz yaşı döken şefkatli bir Üstad’a geldiğinde, iki saattir hiç susmadan konuştuğun halde, birden durdun.

Ve ben o gün ilk kez, ağlayabilen bir adam gördüm.

Masada kırmızı ciltli kalınca bir kitap vardı. Oradan daha önce hiç duymadığım bir kaç sarsıcı cümle okudun…

“Baharı icad edemeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunur…”

Mevsim de, tam bahardı. Ve elma ağaçları, henüz çiçek açmıştı…

Eğer müdahale edebilsen, arkandan hüzünlü bir yazı yazmama mânî olacağını biliyorum. Fakat kusura bakma, kıskançlık belâsına odama girip, hiç kimseye yazmadığım, hiç kimsenin de bana yazmadığı aşk mektuplarını ararken, karıştırdığın dolap arkalarında, o berbat fare yapışkanlarına yakalandığın günü anlatacak kadar da keyfim yerinde değil… 

Belki başka bir zamana…

Kızgın kumsallardan, serin denizlere dalar gibi, Âlemlerin Rabbinin ebedî,  rahmetine, dalıp gittin… 

Biz şimdi aynı sahillerde, Yuhyî ve Yümît olanın sadık bir bendesinin, guruba meyleden güneşin som altın şavkıyla kızıla çalan kanatlarını açarak ufuklardan, “Haydi bakalım!” diye sesleneceği güne kadar burada bekleyeceğiz. 

O’ndan geldik, yine O’na döneceğiz.

O gün seninle birlikte olanların anlattıklarına göre bir delikanlıya yüzme öğretiyormuşsun… 

Hayatlarımızın on senesini birlikte geçirdik…

Yıldızlı gecelerde şarkılar söyledik, manolya ağacı çiçek açmış mı diye kaç gece bakmaya gittik…

Sık sık iyi ve daha iyi arasında kararsız kaldığımız için kavgalar ettik. Görenlerin, “Birazdan birbirlerini öldürecekler, gidelim de şahit yazmasınlar!” dediği kavgalar…

Küf ve naftalin kokan kitap yığınları içinde, buğday ambarına düşmüş tavuklar gibi eşelendik…

Her ay bir dergi çıkardık, beraber onlarca kitap yazdık…

Kalp ve ruhun derece-i hayatının eşiklerinde gezindiğimiz o nurlu gece derslerinde, dünya ve içindekilere fındık kabuğu kadar kıymet vermediğimiz anlar oldu…

O gün seninle birlikte olanların anlattıklarına göre bir delikanlıya yüzme öğretiyormuşsun… Hayatlarımızın on senesini birlikte geçirdik…

Ve sen bana hiçbir zaman yüzmeyi öğretmedin…

Ama uçmayı öğrettin!