İnanan ile inanmayan insanlar Hz. Âdem’in ilk kuşak çocuklarından beri mevcuttu. Bir kısım Rabbini bildi, tanıdı, kabul etti, diğer kısım şeytanın ve nefsinin gazına geldi ve isyan etti.
Bir yaratıcı olmadığını iddia edenler, bu iddialarına çeşitli deliller(!) de icat ettiler.
İddialarına göre din diye bir şey yoktu. Bizim din dediğimiz şey insanın icadıydı. Bunlara göre ilkel insanlar, gök gürültüsü, yıldırım, deprem, yangın, vahşi hayvanlar gibi yüreklerine korku salan çeşitli düşmanlarına karşı, kendilerine sanal bir dayanak, psikolojik bir destek noktası icat etmiş ve buna da tanrı demişti. Ya da bu ismi doğrudan doğruya korktuklarına vermişlerdi. Sonra bu şeye kutsiyet atfetmişler, sonunda da bu saygı işini iyice ileri götürüp çeşitli ritüeller uydurarak ilk dinleri icat etmişlerdi.
Oysa işin gerçeği ilk kaynak, korku değil, Hz. Âdem’e indirilen ayetler ve o ilk peygamberin bildirdikleridir.
Hz. Âdem’den bu yana cari olan tek bir din mevcut(tur). Ve elbette bu tek din de aynı, tek bir Allah’ı bildiriyor. Bâtıl dinler ya insanların bu öğretiden sapması, öğretinin temellerine müdahale edip yapısını bozması ile ortaya çıkmış ya da insanların çeşitli sebeplerle bu yapıyı taklit etmeye çalışmalarının neticesinde…
Ayrıca bâtıl dinlerde taptıkları şeyi tanrı olarak kabul ettiği söyleyen hiç kimse, bunların kâinatı yoktan var ettiğini, bir ve tek olduğunu, her an kâinatı idare ettiğini, kendisini ve bütün canlıları rızıklandırdığını, sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi olduğunu, ezeli ve ebedi olduğunu, doğmamış ve ürememiş olduğunu iddia etmez.
Yani hiç bir Budist, kâinatı Buda’nın yarattığını iddia etmez ya da bir ineğin... Sadece ineğe aşırı saygı gösterir.
Burada temel soru aslında bir tanrıya inanıp inanmamak değil, kâinatı yaratan bir yaratıcıya inanıp inanmamaktır.
Bu sorunun da seçimlik sadece iki tane cevabı vardır. Bir yaratıcıya ya inanılır ya da inanılmaz.
İnanmayanların “dinler ve tanrılar insan icadıdır” demeleri normaldir. Bizzat kendi varlığının, kendi kendine oluştuğuna inanan adamın, inanç sisteminin üst bir irade tarafından kurulduğuna inanması söz konusu olamaz. Onun öncelikle aşması gereken daha büyük problemleri vardır.
İnanan grup ise kâinata baktığında, böyle bir sistemin var olabilmesi için bilgi, güç, kasıt, estetik, sonuç odaklı süreçler ve bilinçli tercih gibi tesadüfle açıklanamayacak gereklilikleri görür ve “Bu kâinatı bir yaratan var!” der.
Bu noktada da iki durum söz konusudur. Bu kâinatı yaratan ya bir amaç için yaratmıştır ya da hiç bir amacı olmadan yaratmıştır. Bu yaratıcının kurduğu sisteme baktığımızda hiç bir şeyi sebepsiz yaratmadığını görüyor olmamız, bizi bu yaratma işleminin bütününü de sebepsiz yere yapmadığı düşüncesine götürür.
Sebebi sorguladığımızda ise ahiret, peygamberler, melekler, kulluk, emirler, yasaklar vs. ortaya çıkar ki buna din diyoruz.
Yaratılışı inkâr edemeyen bir takım insanlar ise bu işin bir amaca yönelik olmadığını, yönelikse bile bu amacın bilinemeyeceğini iddia eder.
Hayal gücü(!) ya da cüreti daha büyük olanlar arasında, kâinatın kendi kendinin yaratıcısı olduğunu, dolayısıyla, kendisi de bu kâinatın bir parçası olarak yaratıcının da bir parçası olduğunu iddia eden bile mevcuttur. (Herhalde bunlara soft firavun demek lâzım.)
İşte bu grubun en sevdiği sözlerdendir “Abi, aslında din diye bi şey yok! Hepsi insanların uydurması!” Böylece dinin getirdiği yasaklar, görevler ve sorumlulukların hepsinden birden kurtulduğunu düşünür.
Fakat şu unutulmamalıdır.
Kâinatın yaratılış sebebi yaratıcının kendini bize tanıtmak istemesidir.
Onu tanıdığımızı ise bize öğrettirdiği emir ve yasaklara riayetle gösteririz.
DİKKAT! Bu kulluk sorumluluğundan kurtulma çabasının sonu inkâr ve sonsuz cehennem olmasın.