TR EN

Dil Seçin

Ara

Evsiz İnsanlar, İnsansız Evler

EVSİZ İNSANLAR...

Başlarını sokacak bir çatıdan yoksun, hayatlarını sokakta geçiren bu insanları çocukluk yıllarımızda yabancı filmlerde görürdük sadece.  Şaşırırdık bir insanın böyle gökten inmişçesine hiç kimi kimsesi yokmuş gibi sokaklarda kalmasına. Öyle ya insanın bir ailesi olur, evi olur, iş güç okul vs. derken hayat akıp gitmez miydi? Bunun yazı var, kışı gecesi var, gündüzü var. Ne kadar vahim bir durumdu insanın böyle bir hayata mahkûm olması.  

Günümüzde yaşanan hızlı ve radikal değişikliklerden toplum olarak biz de nasibimizi alıyoruz. Ben merkezli tüketim odaklı hayatın içinde tutunmaya çalışırken değişiyoruz, dönüşüyoruz farkında olmadan ve daha önce rastlamadığımız manzaralarla karşılaşıyoruz yakın veya uzak çevremizde. Özellikle soğuğun şiddetlendiği kış aylarında evsizlerin şahsi bakımlarının yapıldığı, kendilerine sıcak aş ve yatak imkânı sağlandığına dair haberleri izlediğimizde, bir zamanlar filmlerde tanık olduğumuz bir hususun ülkemizin bir gerçeği haline gelmiş olduğunu görmenin burukluğunu yaşıyoruz haliyle. 

Aile kurumu, akraba ilişkileri ve mahalle kültürü gibi insana her halükârda sahip çıkan, zor zamanda güvenip dayanabileceği, kendisini sarıp sarmalayacak kurumlarımız ve bunların yaslandığı değerlerimizde ciddi bir erozyon yaşadığımızın göstergesi değil midir bu durum? Ailenin güçlendirilmesi, sıla-i rahim olarak inancımızda da önemli bir yeri olan akraba ilişkilerinin devamlılığının sağlanması ve mahalle kültürünün yaşatılması için gayret gösterilmesi bu gibi manzaraların sonlandırılmasında kuşkusuz önemli bir katkı sağlayacaktır. 

 

İNSANSIZ EVLER...

Ben merkezli ve tüketim odaklı hayatı dayatan zihniyetin önümüze koyduğu bir diğer husus bu. Aynı madalyonun diğer yüzü aslında. Çünkü ailenin hemen hemen tüm bireylerinin kreşti, okuldu, işti derken sabahtan ayrılıp dört bir yana dağıldığı evlerimiz var artık. Yoğun iş temposu yaşayanlar için sabah çıkıp akşam döndüğü evlerde muhabbeti beslemenin, ortak paydalarda buluşmanın, nitelikli vakit geçirip kaynaşmanın ve “biz” olmanın ne kadar zor olduğunu takdir edersiniz.  Buna bir de reklamlar eliyle şekillenen tüketim alışkanlıklarını ekleyin.

Tüketim ekonomisinin çarklarının dönmesi için her daim evin dışındaki mekânlarda vakit geçirmeye davet edilen insanların ev içinde yapılabilecek günlük hayatın rutinlerini dahi ekonomik külfetini yüklenerek davete icabet ettiklerine, edemedikleri zaman da mutsuz oldukları ve kendilerinde eksiklik hissettiklerine şahit oluyoruz. Artık annelerin hazırladığı kahvaltı ve diğer öğünler, dostla içilen kahve ve çaylar, aile büyüklerinden öğrenilen yemekler veya çocuk bakımı bilgileri, ailevi sorunların çözümlenmesi için dostlarla veya akil insanlarla yapılan istişareler, sokakta komşu çocuklarıyla doğal ortamda oynanan oyunlar giderek daha az yer alıyor hayatlarımızda. Bunların yerine restoranlar, kafeler, atölyeler, spor salonları, danışma ofisleri ve profesyoneller var. Bunca şey ev dışında gerçekleşince evler insansız kalıyor ve bu mekânda hatıra biriktirme imkânı son derece azalıyor. Oysa biriktirilemeyen hatıralar nedeniyle aidiyet duygularımız beslenemiyor. Aile kurumunda yaşanan hızlı çözülmelerin bir sebebi de bu belki. 

Son zamanlarda dönen bir reklam filminde “evlerinizde yaşama yer açın” mesajı veriliyor. Evin düşünüldüğünden çok daha fazla fonksiyonu olduğunu hatırlatan bir reklam bu. Evet, evlerimizde yaşama yer açmanın yolları üzerinde düşünmeliyiz. Birlikte daha çok ve nitelikli zaman geçirmek gibi bir önceliğimiz olmalı. Ancak bu şekilde hızla ve hırsla yaşanan, insanları evsiz, evleri insansız bırakan hayat tasavvurunun zararlarından korunmuş oluruz. 

Çünkü aile ve aile bireylerinin sükun bulması umulan meskenler anlamında evler, büyük bir savruluş döneminden geçmekte olan dünya üzerinde hepimiz için sığınılacak son kale vesselam.