Okuyamaz Olmak: Aleksiya
Ünlü bir yazar, bir sabah âniden okumayı unutuverdi ve okumaz-yazar haline geldi. Fakat onu tedavi eden doktorun durumu daha da içler acısıydı.
Ara
Ünlü bir yazar, bir sabah âniden okumayı unutuverdi ve okumaz-yazar haline geldi. Fakat onu tedavi eden doktorun durumu daha da içler acısıydı.
Ünlü bir yazar, bir sabah âniden okumayı unutuverdi ve okumaz-yazar haline geldi. Fakat onu tedavi eden doktorun durumu daha da içler acısıydı.
Kanada’lı Howard Engel, 2001 yılının bir Temmuz sabahında gazetesini açtığı zaman, hiçbir şeyi okuyamadığını fark etti. Resimleri görüp anlamakta zorluk çekmiyor, fakat gazetenin hangi köşesini okumaya kalksa, karşısına “hiyeroglif” ile doldurulmuş bir metin çıkıyordu.
Oysa okumak, 70 yaşındaki Howard Engel’in o Temmuz sabahına kadar nefes alıp verircesine yaptığı en doğal işlerinden biriydi. Çocukluğunda, henüz mahallesindeki eczanenin yerini öğrenmeden, astronomi okumalarıyla gökyüzündeki yıldızların, bulutsuların, galaksilerin yerini öğrenmişti.
Üstelik Howard Engel bir yazardı. Kanada’ya ilk detektif roman kahramanını armağan ettikten başka, onu izleyen 200 kadar yazarı da ülkesine kazandırmıştı. Fakat ünlü yazar şimdi kendi yazdıklarını da okuyamıyordu.
İşin daha da garibi: Howard Engel’in yazma konusunda hiçbir problemi yoktu. Kalemi aynen eskisi gibi işliyordu. Fakat ne yazdığını kendisine sormayın! “Meselâ s’yi yazarken s olarak yazıyorum; ama okumak istediğimde bir an için bana w olarak görünüyor” diyordu.
Doktorlar, Engel’in okumasını engelleyen ârızaya “aleksiya” teşhisi koydular. Bu, beynin görme işlevini gören bölümünde küçük bir kısmı etkileyen bir felç durumuydu.
Görünen o ki, incecik bir damarda bir noktacık kan pıhtısı, 60 küsur yıldır okuyup yazan bir adamı, bir anda okumaz-yazar haline getirebiliyor!
…
Engel’in başına gelen şey son derece nadir bir vak’a olarak nitelense de, bu bize pek inandırıcı gelmiyor. Hattâ, kendisini tedavi eden doktorun “Akıl Gözü” adlı kitabında Engel’in macerasını anlatırken yazdıklarına bakılırsa, bizzat doktor da benzer bir problemin pençesinde olmalı:
“Okur-yazarlığımızı İlâhî bir müdahaleye borçlu değiliz,” diyor nörolog Oliver Sacks bu kitabında. “Sinir sistemimizde öteden beri var olan eğilime yeni bir yaratıcı kullanım alanı açan kültürel ayıklama ve kültürel bir müdahale sonucunda okur-yazar olmuş bulunuyoruz.” (Not: Bu cümlenin orijinali de tercümesi kadar, hattâ yazarın kafası kadar karışıktır. Hastasından farklı olarak, doktorun okuma problemi, yazmasını da bir ölçüde engellemişe benziyor!)
Nöroloji uzmanı, okuma-yazma eylemini ortaya çıkaran fiilin üzerinde tanrısal özellikler görmüş; fakat bu özelliklerde imza sahibi olarak “kültürel müdahale” ve “kültürel ayıklama” isimlerini okumuş. Elbette ki kendisi bu alanda yalnız değil; zamanımızda bilim adamlarının ekseriyeti aynı yolu seçtiği için, İlâhî fiiller üzerinde yaratılmışların (veya “doğa” yahut “doğal ayıklama” gibi hiç yaratılmamışların) ismini okumak, s’yi w okumak kadar kusurdan addedilmiyor.
…
Bu durum sadece bir kısım bilim adamlarına has bir meslek hastalığı olarak kalsaydı, bizi fazlaca endişelendirmezdi. Lâkin gökten ve yerden üzerimize yağan nimetlerin taşıdığı apaçık mesajların okunmasını engellemek üzere birer “jammer” olarak tasarlanan bazı kavramlar şimdi her gün çeşitli vesilelerle karşımıza çıkıyor.
Bugüne kadar kâinattaki İlâhî nimet eserleri tümüyle görmezlikten gelinir, her şey kan revan içinde bir mücadele olarak sunulurdu. Fakat her yerde karşılaştığımız rahmet, şefkat, ikram, hüsün, cemal gibi İlâhî fiil ve sıfatlar bütünüyle gözden saklanamayınca, bu defa bunlar yanlış şekilde etiketlenmeye başladı. Amaç belli: bu kavramların doğru şekilde okunmasını engellemek. İşte, yıllardır uğradığı onca eleştiriye rağmen ısrarla sürdürülen şu ürün reklâmına bakın:
“Bu üründeki meyve suyu, cömert meyve ağaçlarının, o ağaçlara kucak açan toprağın, su veren yağmurun ve onlara yaşam veren güneşin sayesinde üretildi. Doğa, ona hak ettiği saygıyı göstermenin, emek harcamanın ve onu sabırla beklemenin karşılığını bize birbirinden güzel, birbirinden olgun, birbirinden tatlı meyvelerini sunarak verdi. Ca….’nin lezzetinin kaynağı olan doğaya, sonsuz teşekkürlerimizle.”
…
Firma bu inadında yalnız mı? Hayır. Haberleriyle, reklamlarıyla, kitaplarıyla bizi her taraftan kuşatan telkinler, “doğa”nın armağanlarını saymakla bitiremiyor. Sirkeden, zeytinyağından tutun, dağlara ve denizlere, süt dişlerinden sanat dallarına varıncaya kadar ne varsa, artık medyamızda alenen ve fütursuzca “doğa”ya mal ediliyor. “Doğa’nın Armağanı” adı altında kitaplar yazılıyor. “Doğa armağan etmiş bize / Mor, sarı, kırmızı, hepsi bize” diye dokunaklı mısralarla doğaya tâzimler sunuluyor. Yaratıcı güç ve bütün övgülerin mercii olarak tabiatın adıyla kâinat kitabını okuma alışkanlığı, insanlarımızın ve özellikle yeni yetişen nesillerin zihinlerine damla damla zerk ediliyor.
İşin kötüsü, İslâm toplumunda bu durum ciddî bir tepki doğurmuyor.
Yoksa, bin yıllık müktesebatını okumayı bir gecede unutan millet, şimdi de etrafındaki âlemi okumayı mı unutuyor?
Aslında kendisi bir inanç olan materyalizm, inanç olduğu hissettirilmeden kitlelere “bilimsellik” diye…
“Afrika’da çalışan bir antropolog yerli kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir. Ağacın…
Olayların, zahiri (dış) görüntüsünden ziyade, batıni (iç) sebeplerini anlayabilmek ve bunların diğer…
Ne kadar akıllı bir insan, kafasında birçok aşamalı bir matematik işlemini birkaç…
Varlığın mucizesi, küçük ‘anlam anları’nda saklıdır. Çocuğunuzun nefes alıp verişinde, iyiliğin yüreğinizi…
Tüketim kavramı geçmişten beri bilim dallarının ilgisini çeken önemli bir konu olmuştur.…