TR EN

Dil Seçin

Ara

Akleden Kalbin Yolu Bir

Akleden Kalbin Yolu Bir

Aklın yolu bir derler… Aslında akleden kalp devreye girdiğinde aynı sonuçlara varacağız demektir bu. Nitekim kadim medeniyetimizin kaynakları bize Yaratan Rabbin adıyla varlığı, kendimizi, hayatı okumamızı ve fıtratla uyumlu bir hayatı inşa etme gayreti içinde olmamızı salık verir, tarihî bir örneklik de sunar.

“Ol mâhiler ki derya içreler deryayı bilmezler.”

 

Balıkların içinde bulundukları denizden bihaber olmaları gibi biz İslam müntesiplerinin aslında sahip olduğumuz ve insanlık krizi ile boğuşan dünyamızın dertlerine derman olacak değerler manzumesi ile ilgili bir gaflet halinde oluşumuzu hatıra getiriyor bu söz.

Bugün siyasi, ekonomik, sosyal problemler diye önümüze konanlar aslında buzdağının görünen kısmı ve derinlerde ciddi bir zihniyet meselesi ile karşı karşıyayız. Çünkü insan ve insan eliyle inşa edilen toplumsal kurumlar zihniyetten, tasavvurdan bağımsız değil. Bölen parçalayan bakış açısı yerine tevhidi/bütüncül bir yaklaşımla insanı ve hayatı yeniden okuma ve kendi kelime ve kavramlarımızla bir anlam dünyası inşa edebilmeliyiz.

Modern hayat, güç merkezli bir hayat anlayışı sunuyor. Bu nedenle de hızlı, bireyci ve acımasız. Hayat bir mücadele alanı, herkes birbirinin rakibi ve güçlü olan ayakta kalır düşüncesi ile bugünlere geldik.

İnsanımız varoluşsal değerinin, kendisini yokluktan varlığa çıkarıp hayat bahşeden, türlü nimetlerle nimetlendiren Allah’tan kaynaklandığını unutunca sahte değerlilik arayışlarına yöneldi. Tükettikleriyle, sahip olduklarıyla, başkalarının sanal ağlar üzerinden yaptığı beğeni ve onaylamalarla kendini değerli hissetti. Önüne konan zenginlik, başarı, makam mevki, hep genç, güzel ve güçlü olma gibi kriterlerin peşinde ömrünü harcar oldu. Mutlu olmak istedi ama peşinden koştuğu/koşturulduğu içgüdü ve hazlarına hitap eden anlık duygu patlamaları idi. Giyim kuşam, yeme içme, mesken, kozmetik, estetik seçenekleri sunuldu kendisine ve yaptığı tercihlerle aslında birbirini besleyen sektörlerin müşterisi olmaktan öte bir değer taşımadığını idrak edemedi.

Bireydeki bu anlayış değişikliğinden aile kurumu da nasibini aldı. Aileyi meydana getiren kadın ve erkek birbirinin dostu ve yardımcısı değil de hayat yarışında ipi göğüslemek üzere yarışan birer rakip olarak kondu önümüze. Kadının bu yarışta dezavantajlı konumuna vurgu yapıldı genellikle. Nereye koşulduğu ve sonunda nereye varıldığı konusuna gelince bu dünya ile sınırlanmış hedeflerdi çoğu kez. Oysa kadın ve erkeğin aile kurması, Allah’ın rızasını ve ebedi saadet yurdunu kazanma hedefine ulaşmak için el ele vererek yol arkadaşlığı yapmaları demek değil miydi bizim için?

Genel anlamda bir dengesizlikten mustarip oluşumuz da dikkate değer. Oysa inancımız bize duyguda düşüncede davranışta dengeli olmayı vaaz eder. Sürekli özgürlük vurgusu yapılırken sınırlardan bahsedilmemesi, haklar konusunda son derece hassasiyet gösterilirken sorumlulukların gündeme getirilmemesi, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zannedecek kadar egoları kuvvetlendiren bir ‘ben’ vurgusu son derece yaygınlaşmışken toplumsal hayatın devamlılığı açısından elzem olan ‘biz’ anlayışının giderek zayıflaması üzerinde düşünülmesi gereken hususlar.

Bu durumda ne yapmalı sorusu gündeme geliyor ister istemez.

Yeni bir varoluş anlayışının inşasıdır gerek duyduğumuz. Refah düzeyi yüksek ancak merhametsiz/kalpsiz bir dünya olmamalı hedefimiz.

Nitekim güce, maddeye, tüketime, menfaati maksimum seviyeye çıkarmaya ve bireye vurgu yapan Batı toplumlarında bile yaşanan problemleri aşmak için arayışlar sürmekte ve yeni kavramsallaştırmalarla çıkış yolu aranmaktadır. Yıllarca tek başına yüceltilen bilişsel zekanın (IQ) yanı sıra duyguları tanıma, kontrol edebilme ve empati yeteneği olarak özetlenebilecek duygusal zekanın (EQ) da öneminin anlaşılması bunlardan biri…

Yine kapitalist zihniyetle maddi sermayeye ve ekonomik faaliyetlere vurgu yapılırken, bugün insan ilişkilerinin ve toplumda güven endeksinin yüksekliği anlamında “sosyal sermaye” kavramının da gündeme alınması hayatın madde-mana dengesini dikkate almak gerektiğine dair çabalar olarak karşımıza çıkıyor.

Batılı yaşam tarzında çıkarlarını maksimize eden ve hep daha çok edinmeye/sahip olmaya teşvik edilen bireyin sadece bunlarla mutlu olamadığı ve fazlalıklardan arınma, hayatı sadeleştirme yönünde minimalist tarzlara yönelmeleri de bu bağlamda zikredilebilir.

Aklın yolu bir derler… Aslında akleden kalp devreye girdiğinde aynı sonuçlara varacağız demektir bu. Nitekim kadim medeniyetimizin kaynakları bize Yaratan Rabbin adıyla varlığı, kendimizi, hayatı okumamızı ve fıtratla uyumlu bir hayatı inşa etme gayreti içinde olmamızı salık verir,  tarihî bir örneklik de sunar.

Eşref-i mahlukat olan insan varoluşsal anlam ve değerinin farkına varmalı, o idrakle yaşamalı, akleden kalbine ve vicdanına danıştıktan sonra tercihlerini yapmalı ve bundan sonra olan bitenin hikmetinden şüphe duymamalı. Biz Mülkün Sahibi değil, emanetçisiyiz. Hayat bizim için kemale yürüyüştür, insan olmak ve insan kalmak mücadelesidir. Güç değil adalet, menfaat değil merhamet esastır. Çünkü yaşanan her şeyin ebediyet yurdunda bir izdüşümü var…

Bu şekilde iman edip hayatını tanzim edenler de haliyle “derya içre olup deryayı bilmeyen mâhiler” konumuna düşmekten sakınmış olanlardır diyebiliriz vesselam.