TR EN

Dil Seçin

Ara

Yeniden Dirilişi Akılla Anlamak

Yeniden Dirilişi Akılla Anlamak

İman hakikatlerinden birisi de öldükten sonra dirilmeye ve ahirete imandır.

İman, gayb için söz konusudur. Yüzde yüz bilinen şey için “iman” değil “ilim” kelimesi kullanılır; iki kere ikinin dört ettiğine “iman ediyorum” denilmez.

İman hakikatlerinden birisi de öldükten sonra dirilmeye ve ahirete imandır. Bu konuda insanlara gerekli tebliğler yapılır, ancak kalplerde hidâyeti yaratmak Allah’a aittir. İslâm âlimleri de bu iman hakikatini, insanlara kendi devirlerinin bilgi ve kültür seviyesine göre ders vermişlerdir.

Ayetlerde haşir konusunda aklî delillere de yer verilmiştir. Bu vesileyle, Kur’ân-ı Kerîm’de haşir ve ahiret konusunda nazara verilen aklî delillerden ikisini hatırlayalım:

“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rum Sûresi, 50)

“Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarır. Ölümünden sonra yeryüzünü O diriltir. Siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız.” (Rûm Sûresi, 19)

Hayatsız kâinattan bu kadar canlı türünün yaratılması, yediğimiz ölü gıdaların canlı hücrelere inkılap ettirilmesi, herkesin her gün gördüğü ve bildiği hakikatlerdir.

Bilindiği gibi, “Belagat, mukteza-yı hale mutabakattır.” Yani, hâlin ve şartların gereğini dikkate alarak konuşmak gerekir. Bediüzzaman Hazretleri de mukteza-yı hale mutabakat etmiş, yaşadığı bu zamanın manevî yaralarını ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak haşir meselesini aklî ve naklî delillerle çok geniş bir şekilde izah ve ispat etmiştir. 

Bu dönem, kendisinin güzel tespitleriyle;  

“taklidin kırıldığı”,

“teslimin bozulduğu”,

“herkesin dünyaya daldığı”,

“dünyanın fâni ve cüzi menfaatleri için hayat-ı ebedîyenin severek tehlikeye atıldığı”,

“herkesin derd-i maişetle sarhoş olduğu”,

“küfür ve dalaletin şahs-ı manevî hâlinde imâna ve ahlâka hücum ettiği…”,

“zihinlerin bulandırıldığı, kalplere şüphelerin atıldığı”

dehşetli bir dönemdir.

Fen ilimlerinde alınan büyük mesafe ile, akıl kalbin önüne geçmiş yahut geçirilmiş gibidir. Böyle bir asırda bütün iman hakikatlerinin hem naklî, hem de aklî delillerle insanlara tebliğ edilmesi, akıl ve kalp beraberliğinin sağlanması zarurî hale gelmiştir. Bu asrın manevî hekimi olan Bediüzzaman Hazretleri de ahirzaman fitnesine kapılan nice insanların iman ve ahlâk konularında zaafa düştüklerini dikkate alarak, hem akılları ikna, hem de kalpleri tatmin edecek eserler yazma yolunu tutmuştur.

Bu cümleden olarak, insanların en çok şüpheye düştükleri haşir ve diriliş konusuna özel bir önem vermiş Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz’leri telif etmiş, ayrıca diğer risalelerinde de bu konuya yer yer tahşidat yapmıştır. Bununla birlikte şu gerçeği de önemle hatırlatmıştır:

“…Neticenin kayyumu imandır. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür.” (Mesnevî-i Nuriye)

 Bir kişinin haşir ve kader konularında tam tatmin olması için öncelikle kalbinin Allah’a iman ile nurlanması gerekir. Ahlâken çöküntüye uğrayan, şüphe ve tereddütler içinde bocalayan birisine haşirle ilgili ne kadar delil getirseniz, onu ancak ilzam edebilirsiniz, ikna edemezsiniz. Bundan dolayıdır ki, üstadımız, en fazla Allah’a iman rüknü üzerinde durmuştur. Kendisine intikal eden bir münakaşa dolayısıyla kaleme aldığı şu tespitleri bu noktada fevkalade önemlidir:

“Eczacı efendinin o Sözler’i mütalaa etmesini havale ettiğimin sırrı şudur ki: O çeşit meselelerdeki şüpheler, erkân-ı imaniyenin zaafından ileri geliyor. O Sözler ise, erkân-ı imaniyeyi tamamıyla ispat ederler.” (Mektubat)

Bütün hayırlar Allah’ın elindedir. Nitekim, Üstadımız da “Dert benimdir deva Kur’ân’ındır.” sözüyle bu gerçeği dile getirmiştir. Her asrın derdi başka, dermanı başka, hekimi başkadır. En dehşetli hastalıklara en büyük hekimlerin gönderilmesi de İlâhî hikmetin gereğidir.

Bediüzzaman hazretleri bir başka dersinde şöyle buyurur:

“Haşr-i Âzam, İsm-i Âzam’ın tecellisiyle olduğundan, Cenâb-ı Hakk’ın İsm-i Âzamının ve her ismin azamî mertebesindeki tecellisiyle zâhir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i âzam bahar gibi kolay isbat ve kat’î iz’an ve tahkikî iman edilir.”

İsm-i Âzam bütün esmâyı içine alıyor. 

Haşr-i Âzam denilince “ba’s (diriliş), mîzan, sırat, cennet ve cehennemin” tamamını birden hatırlamamız gerekiyor.  

O yeni yaratılış ve o ikinci hayat bu dünya ile mukayese edildiğinde, dünyanın bütün saadetleri ve acıları o âlemdekilere göre “gölge” gibi zayıf kalıyor.

Bu gölgeler de yine esmâ tecellileriyle ortaya çıkarlar, ama bu tecelliler azamî derecede değildirler. Her ismin âzâm mertebesi ahirette tecelli edecektir.

Kışın ölen bitkiler âleminin bahar mevsiminde yeniden yaratılmaları, haşirde bütün insanların birden diriltilmesi yanında bir gölge gibi kalır. 

Bu tecelliyi, mahşerin dehşeti takip eder. Peygamberlerin bile nefislerini kurtarma derdine düştükleri bir celâl tablosu sergilenir. Dünyanın bütün korkutucu hadiseleri o dehşet yanında bir gölge gibi kalır.

Onu müteakiben, mîzan safhasında, beşerin bu kadar karışık hesaplarının bir anda görülmesiyle Allah’ın Serü’l-Hisab olduğu hayretle müşahede edilir. Dünyadaki her türlü sorgu ve muhakeme onun yanında yine gölge kadar zayıf kalır.

Bu dünyada bitkilerin yarı canlı, hayvanların ve insanların canlı oluşları, “taşıyla, toprağıyla hayattar olan cennetteki hayat” yanında yine gölge gibi kalır.

Bu  dünyada, “topraktan belli bir zaman sonra çıkan rızıklar” cennette bir anda yaratılan nimetler yanında yine gölge gibi kalırlar.

Dünyanın nehirleri cennet nehirleri yanında, dünyanın köşkleri cennet köşkleri yanında, dünya bahçeleri cennet bahçeleri yanında gölge gibi zayıf kalırlar.

Örnekleri artırabiliriz.

Öte yandan, dünyadaki ıstıraplar cehennem azabı yanında gölge gibi kalırken, dünyadaki ateşler de cehennem ateşine nispetle yine gölge kadar hafif kalırlar.

Biz bu dünyada gölgeler âleminde yaşıyoruz. O asıllar âleminin kalbimizde kemâliyle yerleşmesi için, “Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbanî tezahür eder” gerçeğinden hareketle önce, bu dünyada tecelli eden isimlere küllî manada nazar etmemiz, daha sonra bunların ahirette azamî derecede tecelli edeceklerini düşünmemiz gerekiyor. Ancak böylece, “bu âlemde bu kadar harika icraatlar gösteren İlâhî isimlerin, ahiretteki tecellilerinin akıl almaz derecede ileri olacaklarını” anlar ve haşrin ve ahiretin o tecellilerle çok kolayca yaratılacağını rahatlıkla kabul ederiz. Ahiret âlemini ve onun başlangıcı olan haşir hadisesini sadece kendi aklımızın muhakemesine bırakmaz, bu dünyadaki cemâl ve celâl tecellilerinden o âlemdeki azamî tecellilere kolayca intikal ederiz.

“Dünyadaki bu cüzi tecellilerde bu kadar harika eserler sergilenirse, elbette azamî tecelliler haşirde ve ötesinde öyle harikalar göstereceklerdir ki, Allah Resulü’nün ifadesiyle ‘Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş, ne de beşerin kalbine, hatırına gelmiştir.’” deriz.

Yoksa, buradaki tecelliler bile küllî manada düşünülmeden, sadece bazı nümunelere bakılıp, ahiretin nasıl yaratılacağı anlaşılmaya  kalkışılırsa, akıllar o azamet karşısında bocalar, kalpler de inanmakta zorlanabilir.